Quantcast
Channel: Ekşi Sinema
Viewing all 705 articles
Browse latest View live

Gezici Festival Ankara’dan Sinop’a Doğru Yola Çıkıyor

$
0
0

Gezici Festival’in Ankara’daki açılışı 28 Kasım akşamı, İngiliz Film Enstitüsü’nün (BFI) geçtiğimiz yıllarda, Hitchcock9 projesi kapsamında uzun ve titiz bir çalışmayla yenilediği, Alfred Hitchcock’un 1925 ve 1929 yılları arasında çekilmiş, az bilinen dokuz sessiz filminden biri olan Şantaj’ın gösterimiyle gerçekleşti. British Council işbirliği ile Ankara’da ilk kez izleyiciyle buluşan filmin Ankara Resim ve Heykel Müzesi’ndeki kalabalık gösterimine Hakan A. Toker piyanosuyla eşlik etti.

Gezici Festival’in Ankara Kızılay Büyülü Fener Sineması’ndaki gösterimleri ise 29 Kasım günü başladı. Ankaralı izleyicilerin yoğun ilgisiyle karşılaşan bu gösterimlerin biletlerinin %44’ü festival başlamadan satıldı. Son dönem ödüllü filmlerden oluşan Dünya Sineması bölümünden Muhteşem Güzellik, Genç Kız ve Boksör, İşçiler, Karşınızda Martin Bonner ve Kimsenin Kızı’nın Türkiye gösterimleri ilk kez Gezici Festival’de gerçekleşirken; Ölümsüz Aşk, Geçmiş, Gloria ve Dünya Bizim Değil ilk kez Ankaralı izleyiciyle buluştu.

Türkiye 2013 bölümünden Reha Erdem’in yönettiği Jîn, Deniz Akçay Katıksız’ın Altın Koza ödüllü filmi Köksüz, Ramin Matin’in yönettiği Kusursuzlar ve Mahmut Fazıl Coşkun’un Altın Koza’dan beş ödülle dönen filmi Yozgat Blues, modern Amerikan klasiği Gilbert’in Hayalleri ile dünya sinemasından Paolo Sorrentino imzalı Muhteşem Güzellik ve Asghar Farhadi’nin yönettiği Geçmiş kapalı gişe oynayan festival filmleri oldu. İlgi çeken diğer iki bölüm ise, 1 ve 2 Aralık’ta Alman Kültür Merkezi’nde gerçekleşen Çocuk Filmleri ve Kısa İyidir’di.

19 gezici festival1 e1385370048718 Gezici Festival Ankaradan Sinopa Doğru Yola Çıkıyor

Ankaralı izleyicilere Türkiye sinemasından konuklar

Ülkemizde bu yıl çekilen uzun metrajlı filmlerden derlenen Türkiye 2013 bölümünde yer alan filmlerin yönetmen ve oyuncuları festival boyunca izleyicilerle bir araya geldi. Gezici Festival’in ilk konuğu, Yozgat Blues’un yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun’du. Coşkun, 29 Kasım akşamı gerçekleşen gösterimden sonra izleyicilerin sorularını yanıtladı.

Reha Erdem, Jîn‘in 30 Kasım’daki gösterimi sonrası izleyicilerle biraraya gelerek  soruları yanıtladı. Filmlerinde kadın karakterlerin önemi ve umutlu olmak sohbetin ana konularını oluşturdu.

Aynı gün gerçekleşen Köksüz‘ün gösterimi sonrası ise yönetmen Deniz Akçay Katıksız ve başrol oyuncusu Lale Başar izleyicilerle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kusursuzlar‘ın 1 Aralık’ta gerçekleşen gösteriminde yönetmen Ramin Matin, senarist ve yapımcı Emine Yıldırım ile başrol oyuncularından İpek Türktan Kaynak izleyicilerin sorularını yanıtladı.

Köken Ergun ve Taner Birsel, Gezici Festival’de

Festival izleyicileri, 30 Kasım’da Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde Taner Birsel‘le oyunculuk üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşinin moderatörlüğünü yapan Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu da kendi yönetmenlik deneyimini katarak, ülkedeki sinema sektöründen ve uluslararası festivallerden söz etti.

1 Aralık’ta Alman Kültür Merkezi‘ndeki üç seansta Köken Ergun’un Video İşleri yer aldı. Gezici Festival izleyicileri, 14:00′ten 20.00′ye kadar Köken Ergun’un video işlerini Ergun’un sunumuyla ve sonrasında soru cevap seanslarıyla izlediler. Bu yoğun günün başında sanatçı Gezici Festival’le birlikte bir süredir bu gösterimleri düşündüklerini ve 5 Aralık’ta açılışını yapan, 16 Şubat’a kadar SALT Ulus‘ta devam edecek Kitle ve İktidar sergisindeki işlerinin öncesinde bir festival ortamında gösterilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Ergun, sanatta disiplinlerarasılığı tercih etiğini, festivaldeki gösterimlerle sergideki gösterimlerin aynı işe farklı açılardan bakma fırsatı sunduğunu söyledi. Saat 18:00′deki gösterimin ardından Ahmet Gürata‘yla birlikte güncel sanatla tanışma yolculuğu üzerinden, “sanat için yapılmış performanstan hayat için yapılmış performansa” geçiş sürecini anlattığı bir söyleşi gerçekleşti.

3 Aralık‘ta Alman Kültür Merkezi’de Ahmet Gürata moderatörlüğünde Ayşegül Devecioğlu, Foti Benlisoy ve Bület Batuman’ın konuşmacı olarak yer aldığı “Ne Yapmalı?” paneli, Gezi Direnişi sonrası nasıl devam ediyoruz/etmeliyiz? soruları çerçevesinde ilerledi.

4 Aralık‘ta Ankara Alman Kültür Merkezi tabiri caizse doldu taştı. Yaklaşık 2,5 saat süren söyleşiye festival takipçilerinin ilgisi yoğundu. Zeki Demirkubuz söyleşiye, “Bana iyi geliyor” dediği, iki filmini çektiği Ankara’da olmaktan duyduğu memnunniyeti dile getirerek, Gezici Festival’i uzun yıllardır takip ettiğini belirterek başladı. Demirkubuz söyleşisinde  başta Ankara olmak üzere edebiyat, sinema, Beşiktaş ve güncel politik sorunlara değindi.

Bir sonraki durak Sinop

Gezici Festival, Türkiye’den yönetmenlerin katılımıyla devam eden Ankara yolculuğunu 5 Aralık’ta noktalayarak, Sinop’a yola çıkıyor. Son iki sene festivale ev sahipliği yapan Sinop, Sinop Valiliği, Sinop Belediyesi ve Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin katkılarıyla  6-9 Aralık tarihleri arasında Gezici Festival’i ağırlayacak.

6 Aralık Cuma günü Sinop Halk Eğitim Merkezi’nde Onur Ünlü’nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filmiyle açılışını yapacak olan Gezici Festival bu yıl da yol arkadaşlarıyla Sinop’a konuk olacak. Aralarında Zeki Demirkubuz, Ramin Matin, Melik Saraçoğlu ve Ayşenil Şamlıoğlu gibi isimlerin yer aldığı geniş bir kadroyla Gezici Festival, Sinoplu izleyicilerle buluşacak.

Sinop Halk Eğitim Merkezi’nde gerçekleşecek gösterimlerde Sinoplu izleyiciler Türkiye sinemasından Onur Ünlü’nün yönettiği Sen Aydınlatırsın Geceyi, Uğur Yücel’in yazıp yönettiği Soğuk ile Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun Gözümün Nûru, Deniz Akçay Katıksız’ın Kusursuzlar ve Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues adlı filmlerini izleme fırsatı bulacaklar. Gezici Festival’in Yol Arkadaşı: Tuncel Kurtiz belgeseli ve Şeyh Bedrettin Destanı ile dünya sinemasından Madhi Fleifel’in yönettiği Dünya Bizim Değil, Sebastián Silva’nın ödüllü filmi Hizmetçi, Chad Hartigan’ın yönettiği Karşınızda Martin Bonner ve Alicia Scherson’un yönettiği Oyun ile Lasse Hallström imzalı Gilbert’in Hayalleri Sinop’ta gösterilecek filmler arasında bulunuyor. 9 Aralık Pazertesi Günü Sinoplu sinemaseverleri Sinop Üniversitesi’nde Zeki Demirkubuz‘la ayrıca sürpriz bir söyleşi bekliyor.

http://gezicifestival.org/

https://www.facebook.com/gezicifestival

https://twitter.com/gezicifestival

http://flickr.com/photos/gezicifestival


Yozgat Blues (2013): Hammaddesi Mizah

$
0
0

Mahmut Fazıl Coşkun, Uzak İhtimal’de büyük şehre adımını atan, içine kapanık bir erkeği odağına alıyordu. Yozgat Blues ise bu karakterin ‘topluma uyum sağlayamamış’ tarafını cebinde tutarak, bu kez şehirden taşraya doğru yola çıkan bir adamı merkezine alıyor. İki karakter de sessiz, sakin, içine kapanık, coşkusuz ama bir taraftan da hayata karşı hevesli ve diğerlerinden farklı… Belli ki Mahmut Fazıl Coşkun, beklentilerin ters yönünde kürek çekmeye meyilli,  davranışları kolayca öngörülemeyen ve sıradanlığın içinde ‘sıra dışılığı’ temsil edebilecek karakterleri anlatmayı seviyor.

Dolaylandırmak gerekirse, Yozgat Blues, büyük şehrin görmezden geldiği iki insanın kendi hayatlarında ‘sahneye çıkabilecekleri’ bir yer arayışına girmelerini anlatıyor. Bu iki karakterden biri Yavuz; kendini ciddiye alan, aynı ciddiyeti hayattan da bekleyen bir şarkıcı/müzisyen. Diğeri olan Neşe ise Yavuz’un kursuna katılan ve kendini hayattan fazlasıyla dışlanmış gören birisi. Bu güne kadar içinde biriktirdiklerini bir şekilde patlatabilecek, onu bekleyen bir mevki arıyor. Yavuz pek ciddiye alınmayan mekânlarda, olanca ciddiyetiyle şarkılar söyleyeceği bir turneye çıkmak üzere. Neşe de onun peşine takılıyor. Böylece iki tane, birbirlerine değer verip vermedikleri oldukça şüpheli karakter önemsiz bir yolculuğa çıkıyorlar.

Yavuz’un hikâyesini anlatıyormuş gibi başlayan Yozgat Blues, ani ve şık manevralarla çetrefilleniyor; Neşe’nin yörüngesinde yer edinen iki yeni karakterle birlikte Neşe’yi evrenin merkezi haline getiriyor bir anda. Şehirde ötelenen, bir kenara itilen ve tüm amacı bir tür ‘hayatta kalma’ meselesine evrilmiş olan Neşe, bir anda kendisini ziyadesiyle önemseyen bir Yozgat’ta buluyor kendisini. Çevresindeki üç adamı geri dönülmez bir şekilde kendisine bağlayan ve bu bağın adını tam olarak koymayan Neşe, bu sayede filmin kilidi haline geliyor. Yozgat’ın alışkanlıklarına en iyi uyum sağlamış olan Sabri, bu isimsiz ve tuhaf yarışta birkaç adım öne geçince karakterler arasındaki denge allak bullak oluyor. Tüm bu süregelen duygusal çatışmalar süreci Yozgat Blues’un genel ruh halini şekillendiriyor.

yozgat Yozgat Blues (2013): Hammaddesi Mizah

Yozgat resmindeki hüzün, yoğun bir melankoli hissiyatını belirgin kılarken Mahmut Fazıl Coşkun, bir yandan da belki de asıl ilgilendiği mesele olan hüznün içerisindeki mizaha doğru yöneliyor. Moderniteye tam olarak ayak uyduramamış, içine kapanık bir toprak parçası bu mizah için geniş bir alan açıyor elbette ki. Yozgat Blues’un kahkahalarla ve ani patlamalarla güldürmektense sürekli bir tebessüm haline yönelten mizahı Yozgat’ın her hücresini verimli bir şekilde kullanıyor. Bu da, bir adamın Yozgat’ta Fransızca bir şarkı söyleyerek hayatını kazanmaya çalışması ya da Yozgat’ın yerel bir gazetesinin Yavuz’la müzikal yönelimleri üzerine röportaj yapması gibi ince ve filmin ruh halini tasvir eden detaylarla örneklendirilebilir.

Yozgat Blues’da daha geniş çıkarımlar yapmak yerine ‘olan biten’in ve gerçek vaziyetin çizgisinden yürüyen Mahmut Fazıl Coşkun, taşra ve şehir çatışması meselesine ‘net’ yorumlar katmayan, mütevazı bir tavır takınıyor. Zaten mevcut olan, belki de hayatına taşrayı katmış pek çok kişi tarafından bilinen ancak sıkıcı bulunduğu pek de davetkâr görünmeyen bir cümleye yöneliyor; ancak yakaladığı minik detaylarla ve çizdiği güçlü karakterlerle, hiç hissettirmeden ve mevzuyu zorlamadan filmini güçlendiriyor. Nadir Sarıbacak’ın canlandırdığı ‘taşra entelektüeli’ Kamil, bu lezzetli motiflerden yalnızca bir tanesi.

Yozgat Blues, 2013 senesinin en ilgiye mazhar yerli filmlerinden bir tanesi şüphesiz. Zira mizahla bütünlediği melankolisi Türkiye Sineması’nda eşkalleri pek görülmemiş türden. Hepsi bir yana, Fransızca şarkılarla Anadolu’yu turlayan Yavuz karakteri tek başına merak uyandırıcı. Ve söyleyelim ki, film yalnızca Yavuz’dan ibaret değil.

 

Kaan Karsan

kaankarsan@gmail.com

twitter

**

Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun

Senaryo: Tarık Tufan, Mahmut Fazıl Coşkun

Yapım: Türkiye, 2013

Oyuncular: Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak

Süre: 93′

***

The Incredible Shrinking Man (1957): Zavallısın İnsan!

$
0
0

İnsanın kendinden çok daha yüce olan tabiatla çatışması ilelebet sürecek… Jack Arnold’un bir an evvel daha geniş kitlelerce keşfedilmesi gereken ‘mütevazı’ başyapıtı, bu olağan savaş halinin farkında. ‘Kendi Kendine Küçülen Adam’ aslında hiçbir zaman büyümemiş olan zavallı insan ırkına yakılan bir ağıt.

Franz Kafka, edebiyatın varoluşla ilgili dertlerini kendi cephesinden inşa eden Dönüşüm romanını şu cümleyle açar: “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu”. ‘Dev bir böceğe’ dönüşen Gregor Samsa’nın kendisi midir yoksa etrafında katmerlenerek üzerine gelen toplum mu? Kafka’nın kendisini de gizliden gizliye özneleştirerek peşine düştüğü soru aşağı yukarı budur. Jack Arnold’un bir ‘böceğe’ dönüşen sıradan insanı bir kez daha dönüştürme çabası ise en azından ilk aşamada meramını Kafka’nınki ‘manevileştirmenin’ derdinde değil. Bu kez karşımızda mevzusunu elden geldiğince bilimsel bir biçimde ele almak isteyen ve tümevarımını maddi formüller üzerinden kuran bir metin var.

Kendi Kendine Küçülen Adam’ın ‘adam’ı Scott Carey, çıktığı tatil esnasında, denizin ortasındaki hiçliğin lezzetini yudumlarken aniden beliren bir sis kitlesinin orta yerinde buluyor kendisini… Başına gelen bu tuhaf olayı pek fazla önemsemiyor ve hayatına devam ediyor. Bir süre sonra ise pantolonlarının ve gömleklerinin içine giremediğini, çok hızlı bir şekilde kilo kaybettiğini ve boyunun da her an biraz daha ufaldığını fark ediyor. Tıp kitaplarında tanımlı olmayan bir ‘hastalığa’ yakalanan, dönüşen gen yapısıyla dakikadan dakikaya biraz daha küçülen ve bilim insanlarından gelecek bir mucizeye muhtaç kalan Scott Carey, bir insanın mutlak suretle ihtiyaç duyduğu ‘normalliği’ günden güne yitiriyor.

the incredible The Incredible Shrinking Man (1957): Zavallısın İnsan!

Jack Arnold’un filmi ortadan ikiye bölerek iki farklı iskelet üzerine inşa ettiğini söylememizde hiçbir sakınca yok. Kendi Kendine Küçülen Adam’ın birinci bölümü, ‘küçülme’ sendromunun teşhisini ve Scott Carey’nin durum karşısında çaresizleşmesini ele alıyor. Carey’nin sosyal hayatı büyük bir hızla dönüşüyor. Scott’ın bu bölümde geliştirdiği insani kompleksler, artık diğerleri gibi olamayacağı düşüncesinin getirdiği hezeyanlar tarafından besleniyor ve Scott, malum ‘inkâr’, ‘öfke’, ‘pazarlık’ ‘depresyon’ ve ‘kabullenme’ evrelerinin ilk dördünü hızlı bir şekilde yaşıyor. Kendi evi içerisinde kendisi için özel olarak satın alınan ‘Barbie evi’nin içinde yaşamaya başladığında ise filmin ilk görevi tamamlanıyor. Scott, umut etmeyi bırakıyor.

Scott’un ‘hayat içinde hayatı’ sürerken, tuhaf bir vakayı ele alan “Kendi Kendine Küçülen Adam” ani bir manevrayla bir ‘hayatta kalma hikayesi’ne evrilmeyi seçiyor. Hem filmin kendisini hem de filmin lezzetini başkalaştıran süreç de tam olarak bu. Scott, evdeki kedinin kendi küçük evine saldırması nedeniyle küçülen adam ritüellerinden kopartılıyor. Peşindeki, kendine göre dev kediden kaçarak canını kurtarmaya çalışıyor. Çetin bir av-avcı mücadelesinin ve ‘Tom ve Jerry’nin tensel olarak birkaç kat sertleştirilmiş halini andıran bu sekansın ardından Scott, filmin geri kalanında refakat edeceği yere, evinin bodrumuna kaza eseri kavuşuyor. Artık kendisi için yepyeni ve dev bir ekosistem olan bu çevrede elbette ki keşfedilecek çok fazla şey ve sakınılacak çok fazla tehlike var.

the incredible 2 The Incredible Shrinking Man (1957): Zavallısın İnsan!

Doğaya büsbütün hâkim olamayacağını fark eden insanın en azından kendi çevresindeki doğaya hâkim olma yönelimi, bu sürecin ardından “Kendi Kendine Küçülen Adam”ın asıl derdi haline geliyor. Koskocaman kibrit kutuları, küçük bir canlı için ölümcül sonuçlar vadeden ‘devasa’ çiviler, bir insanı ıslatma ihtimali olmayan, ancak bir karınca için ‘engin’ duran su birikintileri… Jack Arnold bir anda insan algısının ölçeğini büyüterek içinde yaşadığımız dünyayı daha fazla ciddiye almamızı sağlıyor. Bu dünya, güçlü olanın ayakta kaldığı, güçsüz olanın ise elenerek yitip gittiği vahşi bir arena aslında… Aniden bu arenadaki rakipleri kadar avantajsız hale gelen Scott’ın bir örümcekle verdiği çetin mücadele de bundan işte. Zira ‘buraların’ efendisi gibi yaşayan insanın yeri gelince boyunun ölçüsünü alması gerekiyor. Medenileşen ve bununla gurur duyan insan, beklenmedik olaylar doğrultusunda, tüm ehliliğini yitirerek ötelediği vahşilerden birisi haline gelebiliyor; doğasında bu yatıyor. Charles Darwin’in evrimsel tabanlı doğal seçilim kuramı Jack Arnold’un filminde somutlanıyor ve insan, bedenine sığınamaz hale gelince ‘güçlü’ kalarak hayatını muhafaza etmeye çabalıyor.

“Kendi Kendine Küçülen Adam”, başkarakterine sunduğu ‘yeni’ hayatla ‘karamsar’ bir söylem tutturuyor tutturmasına… Lakin bu durum sadece filmin iyi niyetli dileklerini bir nebze gizlemek ve önemli kılmak için. Jack Arnold, ‘küçümsenen’ ve üzerine asfalt dökülen dünyanın gizli bahçelerini güzelliyor ve insanın da bu büyük ve parıltılı ailenin sıradan bir üyesi olduğunu portreliyor. Bu farklı ve elbette ki darwinist bakış açısı dönemine göre –hatta günümüz sineması için bile- fazlasıyla tabu yıkıcı ve taze. Ansızın bir insan olma kibrinin bu kadar hızlı ve nitelikli bir şekilde yitirilebildiğini görmek –hem de bu kadar saf ve benzersiz bir sinemayla- çok özel bir his. Filmin finaline gizlenmiş ‘tanrıya şükür darwinistim’ tavrı ise sadece 1957 yılının gerici pratiğine, Stanley Kramer’in “Rüzgârın “Mirası”na (‘Inherit the Wind/1960)’ ve dönemin beklentilerine yorulabilir.

 

Kaan Karsan

kaankarsan@gmail.com

twitter

**

Yönetmen: Jack Arnold

Senaryo: Richard Matheson

Yapım: ABD, 1957

Oyuncular: Grant Williams, Randy Stuart, April Kent

Süre: 81′

***

 

26. Avrupa Film Ödülleri Sahiplerini Buldu!

$
0
0

En İyi Film: The Great Beauty, Paolo Sorrentino

En İyi Yönetmen: Paolo Sorrentino, The Great Beauty

En İyi Kadın Oyuncu: Veerle Baetens, The Broken Circle Breakdown

En İyi Erkek Oyuncu: Toni Servillo, The Great Beauty

En İyi Senaryo: Fronçois Ozon, Dans la maison

En İyi Kurgu: Cristiano Travaglioli, The Great Beauty

En İyi Görüntü Yönetimi: Araf Sudry, Fill the Void

En İyi Kostüm Tasarımı: Paco Delgado, Blancanieves

En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Sarah Greenwood, Anna Karenina

En İyi Müzik: Ennio Morricone, The Best Offer

En İyi Ses Tasarımı: Erik Mischijew & Matz Müller, Paradise: Faith

En İyi Komedi Filmi: Love Is All You Need, Susanne Bier

En İyi Belgesel: The Act of Killing, Joshua Oppenheimer

En İyi Animasyon: The Congress, Ari Folman

En İyi Kısa Film: Death of a Shadow, Tom Van Avermaet

Keşif Ödülü: Oh Boy, Jan Ole Gerster

En İyi Ortak Yapım - Eurimages Ödülü: Child’s Pose

Genç İzleyici Ödülü: The Zigzag Kid, Vincent Bal

İzleyici Ödülü: The Gilded Cage, Ruben Alves

Yaşam Boyu Başarı Ödülü: Catherine Deneuve

Onur Ödülü: Pedro Almodóvar

 

2013 Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği (LAFCA) Ödülleri

$
0
0

En İyi Film

Kazanan: Gravity

Kazanan: Her

 

En İyi Yönetmen 

Kazanan: Alfonso Cuarón, ”Gravity”

İkinci: Spike Jones, ”Her”

 

En İyi Kadın Oyuncu

Kazanan: Adèle Exarchopoulos, “Blue Is the Warmest Color”

Kazanan: Cate Blanchett,“Blue Jasmine”

 

En İyi Erkek Oyuncu

Kazanan: Bruce Dern, ”Nebraska”

İkinci: Chiwetel Ejiofor, “12 Years a Slave”

 

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

Kazanan: Lupita Nyong’o, “12 Years a Slave”

İkinci: June Squibb, “Nebraska”

 

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

Kazanan: Jared Leto, “Dallas Buyers Club”

Kazanan: James Franco, “Spring Breakers”

 

En İyi Senaryo

Kazanan: Richard Linklater & Julie Delpy & Ethan Hawke, “Before Midnight”

İkinci: Spike Jonze, “Her”

 

En İyi Görüntü Yönetimi

Kazanan: Emmanuel Lubezki, “Gravity”

İkinci: Bruno del Bonnel, ”Inside Llewyn Davis”

 

En İyi Yapım Tasarımı

Kazanan: K.K. Barrett, “Her”

İkinci: Jess Gonchor, ”Inside Llewyn Davis”

 

En İyi Kurgu

Kazanan: Alfonso Cuarón & Mark Sanger, “Gravity”

İkinci: Shane Carruth & David Lowery, “Upstream Color”

 

En İyi Müzik

Kazanan: T-Bone Burnett, ”Inside Llewyn Davis”

İkinci: Arcade Fire & Owen Pallett, “Her”

 

En İyi Belgesel

Kazanan: Stories We Tell

İkinci: The Act of Killing

 

En İyi Animasyon 

Kazanan: Ernest et Célestine

İkinci: The Wind Rises

 

Yabancı Dilde En İyi Film

Kazanan: Blue Is the Warmest Color

İkinci: The Great Beauty

 

New Generation Ödülü

Megan Ellison (Annapurna Pictures kurucusu, yapımcı)

 

Yaşam Boyu Başarı Ödülü

Richard Lester

 

Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

$
0
0

16. Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali, “Yılın Son Film Festivali” unvanını önüne katarak 20-26 Aralık 2013 tarihleri arasında, dünya sinemasının son dönemdeki en iyi örneklerini izleyicilerle buluşturuyor. TÜRSAK Vakfı tarafından bu yıl 16.sı düzenlenen Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali, 50’nin üzerinde filmi izleyicilerle buluşturuyor. Cannes, Berlin ve Toronto gibi dünyanın en önemli festivallerinden ödüllerle dönen filmleri Türkiye’de ilk kez gösterecek festival, mekânlarına bu yıl Cinemaximum Zorlu Center’ı da eklendi.

TÜRSAK Vakfı tarafından bu yıl 16.sı düzenlenen Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali’nde bu yıl “Gala İstanbul”, “Dünya Dönüyor”, “İlk Randevu”, “Sinema Tarihi Yazıyor”, “Film Bağımlıları için Bağımsız Filmler” başlıkları altında sinema dünyasından en iyi ve en güncel yapımlar izleyici ile buluşacak. Programda, Festival Yönetmeni Esra Even’in seçkisinden oluşan ödüllü filmler, usta yönetmenlerin son yapıtlarının da aralarında bulunduğu, 50’den fazla film bulunuyor.

Bu sene Randevu İstanbul, ismiyle özdeşleşen Levent Cinemaximum Kanyon, Beyoğlu Cine Majestic, belgesel ve kısa film gösterimlerinin ücretsiz yapılacağı Fransız Kültür Merkezi’nin yanı sıra, yepyeni bir mekanda daha izleyiciyle buluşacak. Dünyanın en büyük kültür merkezlerinden birine sahip olan Zorlu Center’da açılan, Cinemaximum Zorlu Center ilk festivaline ev sahipliği yapacak. Festival sinemaseverleri alışveriş aralarında, yemek molasında, herkesi salonlara dünya festivallerinde ses getiren filmleri izlemeye davet ediyor.

jimmy p 1 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Randevu İstanbul Programında neler var?

Willy Vlautin’in 2006 yılında yayınlanan aynı isimli romanından uyarlanan ve Roma Film Festivali’nden Seyirci Özel Ödülü dahil 4 ödülle dönen THE MOTEL LIFE, Alan ve Gabe Polsky kardeşlerin ilk yönetmenlik denemesi. Vlautin’in yeni nesil Amerikan gerçekçiliği kokan romanının yıldız oyuncularla süslenmiş, başarılı ve etkileyici bir uyarlaması diyebiliriz bu bağımsız film için.

Stephen Dorff ve Emile Hirsch birbirlerine güçlü bağlarla tutunmuş, hayatın zorluklarından kaçmaya çalışarak hayallerinin peşinde koşan iki kardeşin bir trafik kazası ile değişen hayatlarını çarpıcı bir şekilde canlandırıyorlar. Paylaşılan düşler ve hayata bağlayan umutlar üzerine bir film olan THE MOTEL LIFE’ın diğer ünlü yüzleri de Dakota Fanning ve Kris Kristofferson.

Beat Kuşağı hayranları bu filmleri kaçırmasın!

1950′li yıllarda konformist bir hayatı yücelten ABD toplumunun değerlerine karşı olan yazarlarının en önemlilerinden biri olarak kabul edilen aynı zamanda da  “Beat Kuşağı” teriminin isim babası olan Jack Kerouac’ın son romanından uyarlanan Michael Polish’in yönettiği BIG SUR ve başrollerinde Daniel Radcliffe, Dane Dehaan ve Dexter dizisi ile kalplerimizi fetheden Michael C. Hall ile Elizabeth Olsen’ın oynadığı John Krokidas’ın yönettiği Beat Kuşağı’nın ünlü şairi Allan Ginsberg’in hayatından bir dönemi anlatan KILL YOUR DARLINGS filmleri kuşkusuz bu kuşağın takipçilerinin ilgisini çekecek.

İlk kez, bağımsız sinemanın en iyi örneklerinin sergilendiği Sundance Film Festivali’nde izleyici karşısına çıkan BIG SUR, Yolda’nın getirdiği şöhretten bunalan Jack Kerouac’ın arkadaşı Lawrence Ferlinghetti’nin Kaliforniya’nın Big Sur yöresindeki kulübesinde geçirdiği günlerden yola çıkarak Beat tayfasını bir araya getiriyor ve bir kuşağın kendiyle hesaplaşmasını ve yazarın ilerleyen yaşamındaki iniş ve çıkışları konu alıyor.

KILL YOUR DARLINGS, Beat Kuşağı meraklıları tarafından marazi bir hayranlıkla anılan bir cinayeti, David Kammer’in Beat ilham perisi Lucien Carr tarafından 1944 yılında öldürülüşünü anlatıyor. İlk kez yönetmenlik koltuğuna oturan John Krokidas’ın filmi dinamik görsel stili ve çağdışı ama atmosferi mükemmel yakalayan müziği ile izleyiciyi Beat Kuşağı genç yazarlarının parlak kariyerlerinin şekillendiği bu sorunlu, neşeli bir o kadar da karmaşık dünya ile baştan çıkarıyor. 

kill your darlings 1 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Kanlı bir Cape Town Hikayesi

Piyasaya çıktığı 2008 yılında yazarına noir roman dalındaki en büyük ödülleri kazandıran Caryl Ferey’in aynı adlı romanından uyarlanan ve bu seneki Cannes Film Festivali’nin de kapanış filmi olan ZULU günümüz Güney Afrika kültürü ve toplumunu gözler önüne seren tüyler ürpertici bir polisiye hikayeyi anlatıyor.

Jerome Salle’ın yönettiği bu aksiyon filminde Oscar’lı oyuncu Forest Whitaker ve genç kuşağın en beğenilen oyuncularından tarihi ve fantastik filmlerde görmeye alıştığımız Orlando Bloom bir araya geliyor.

Savaşta Aşk Başkadır

The Last King of Scotland’ın başarılı yönetmeni, Oscar sahibi Kevin MacDonald’ın Meg Rosoff’un aynı isimli ve bol ödüllü kitabından uyarladığı HOW I LIVE NOW, yakın gelecek İngiltere’sinde geçen bir nükleer kıyametin ve bu felakette var olmaya çalışan bir aşkın öyküsü.

Ailesi ile sorunlar yaşayan Amerikalı genç Daisy rolünde son dönemde başarılı projelerde yer alan Atonement filmiyle hem Oscar hem de Altın Küre adaylığı kazanmış Saoirse Ronan’ı seyredebilirsiniz.

Meg Rosoff’un kitabı son dönemde oldukça popüler olan Twilight, The Hunger Games gibi diğer romanlara yakın bir izlenim bıraksa da Kevin MacDonald filmi büyük bir ustalıkla beyazperdeye taşımış,  içi boş bir aksiyon ve aşk filmi yerine keyifle seyredebileceğiniz bir iş çıkarmış. HOW I LIVE NOW muhteşem Galler manzaraları için bile gidip görülmesi gereken bir film.

how i live now 1 1 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Gerçek ve Rüya: Bir Amerikan Yerlisinin Psikanalizi

Fransız yönetmen Arnaud Desplechin’in son filmi JIMMY P. İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış bir Amerikan Yerlisinin ülkesine döndükten sonra yaşadığı psikolojik sorunlara cevap bulunamaması ve Fransa’dan çağırılan uzman bir doktorla kurduğu iletişim üzerine bir film. Filmin konusu “insan” olunca usta bir oyuncu kadrosu da vazgeçilmez bir ihtiyaç oluyor.  Benicio Del Toro ve Mathieu Amalric gibi iki muhteşem oyuncuyu kadrosunda barındıran film Cannes Film Festivali’nde de Altın Palmiye için yarışmıştı.

Ünlü psikiyatrist George Devereux’un, gerçek bir hikayeden ve notlarından yola çıkarak yazdığı kitabından uyarlanan film çok farklı iki kültüre mensup iki insan arasındaki ilişkiyi, dostluğu sıcak bir şekilde ele alıyor ve bunu yaparken psikoloji ve antropoloji bilimlerine de fazlasıyla yer veriyor.

BİR FESTİVAL KLASİĞİ: GALA İSTANBUL

Alexander Payne’den siyah beyaz bir yol filmi

Bu yıl Cannes Film Festivali’nin en beğenilen filmlerinden biri olan ve başrol oyuncusu Bruce Dern’e Cannes’da en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandığı NEBRASKA daha önce Sideways ve The Descendants filmleriyle iki kez En iyi Senaryo Oscar’ını kazanmış yönetmen Alexander Payne’in yönetmenliğini yaptığı son film.

Siyah beyaz estetiği ile seyirciyi içine alan NEBRASKA piyangodan büyük ödülü kazandığına inanan ve ödülünü almak için Montana’dan Nebraska’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkmaya karar veren yaşlanmakta olan alkolik baba Woody Grant’ın ve kendisine biraz isteksiz de olsa eşlik etmeye karar veren yirmili yaşlardaki oğlunun hikayesini anlatıyor.

nebraska 2 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Savaş fotoğrafçısı bir annenin ikilemi:

Siz olsanız ne yapardınız?

Norveç sinemasının ünlü yönetmenlerinden Erik Poppe’nin İngilizce çektiği ilk film olan A THOUSAND TIMES GOODNIGHT usta Fransız aktris Juliette Binoche ve Game of Thrones dizisi ile dünya çapında üne kavuşan yakışıklı ve yetenekli Norveçli Nikolaj-Coster-Waldau’nun sade ve gerçekçi oyunculukları ile etkileyici bir dram olarak seçkimize giriyor.

Bir savaş fotoğrafçısı olan Rebecca’nın ailesinin ve özellikle küçük kızının kaygıları ile yüzleşirken işine olan tutkusu ile içine düştüğü ikilemi ve karar vermenin düşündüğümüzden daha zor olduğunu yalın bir şekilde anlatan Erik Poppe’nin bu filmle Montreal Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile döndüğünü hatırlatmakta fayda var.

Evli misiniz? “Paris’te Bir Haftasonu”nu seyretmeden cevaplamayın.

Nothing Hill filminin yönetmeni Roger Michell ve Benim Güzel Çamaşırhanem’in senaristi Hanif Kureishi’den kimi zaman çok ciddi, kimi zaman öldüresiye komik, sürprizlerle dolu yeni bir film var programımızda. LE WEEKEND, Son dönem sinemada görmeye alıştığımız orta yaş üstü aşk hikayelerinden farklı olarak aşka olan inancınızı yenilemeye çalışıyor.

Richard Linklater’ın Before Sunrise/Sunset’i gibi aşkın felsefi boyutunu, Nancy Meyers’ın Something’s Gotta Give’i gibi de romantik tarafını ustalıkla ele alan Roger Michell ve Hanif Kureishi aşklarını tazelemek için Paris’te ikinci bir balayına çıkan sevimli İngiliz çifti tüm ruh halleri ile izlememizi sağlıyorlar.

Oscar, BAFTA ve Altın Küre gibi sinema dünyasının önemli tüm ödüllerinden kazanmış Jim Broadbent’a Lindsay Duncan eşlik ederken Jeff Goldblum da sürpriz bir rolle karşımıza çıkıyor.

LE WEEKEND’in sizi bu ilgi çekici karakterlerle beraber muhteşem bir Paris gezisine çıkaracağının da sözünü verebiliriz.

a thousand times goodnight 2 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Amerika’dan Fransa’ya, Küba’dan Rusya’ya farklı ülkelerden çarpıcı filmler izleme fırsatı bulacağınız festival bu sene “Bir Ülke Bir Sinema” bölümünde Filistin Sineması’na yer veriyor.

Sanat ve Şiddet!

Filistin’de sanatçı olmak ve bununla başa çıkmak üzerine bir belgesel ART/VIOLENCE. Filistin’in yeni nesil aktrislerinden Mariam Abu Khaled, Batoul Taleb ve İsrailli yönetmen Udi Aloni’nin hem yönetip hem de oynadığı, askeri ve toplumsal baskının ve akıl almaz bir kaosun içerisinde sınırların zorlanması üzerine bir yapım.

4 Nisan 2011 tarihinde Batı Şeria’da “Özgürlük Tiyatrosu” önünde cinayete kurban giden Arna’s Children filminden de tanıdığımız yönetmen ve aktivist Juliano Mer-Khamis’in hatırasına çekilen bu film, sanatın şiddete ve baskıya cevabı olarak nitelendirilebilir. Sergiledikleri oyunlardan (Alice in Wonderland, Waiting for Godot ve Antigone) esinlenen bu genç sinemacılar, yeni nesil Filistin’in asi, canlı ve cesur bir portresini çizmişler. Berlinale’den Cinema Fairbindet ödülü ile döndüklerini de belirtelim.

celestial wives 2 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

Sıradışı Bir Film: Celestial Wives

Silent Souls (Sessiz Ruhlar)‘ın yönetmeni Alexey Fedorchenko‘nun Batı Rusya Meadow Mari (Ova Çirmiş) topraklarında Pagan inanışından etkilenen töreleri anlattığı 23 çarpıcı hikayeden oluşan son filmi, kadın güzelliğinin ve cinselliğinin törensel bir hayranlığa dayalı kültürünün cezbeden, tablo gibi bir tasviri niteliğinde.

Celestial Wives’ta bütün kadınların isimleri “O” harfiyle başlamaktadır. Okanay Oshanyak, Oshtylech, Onya. Gelişimine yardım etmesi amacıyla çıplak bedeni halası tarafından ovulan, en uygun kocayı seçmesine yardımcı olması için bir sepet erkek organı şeklinde mantar toplayan, şüphelendiği sadakatsizliğini doğrulamak için arkadaşından aldığı tavsiye ile kocasının mahrem bölgelerin koklayan kadınlar. Her hikaye aşk ve cinselliğe içten bir yaklaşımla aynen Mari topraklarının kültüründe olduğu gibi anlatılıyor. Film aynı zamanda geleneklerinin gizli kalmış karanlık yönlerini de utanç duymadan ortaya koyuyor:

Senarist Denis Osokin ile yeniden işbirliği yapan Fedorchenko, kaybolan Mari kültürü ile ilgili kaygılarını paylaşmayı sürdürüyor. 2010 yapımı Silent Souls (Sessiz Ruhlar)‘ın uysal ve övgü dolu yaklaşımınından uzaklaşarak, modern yaşamın bozmadığı kırsal hayatı usta bir ressamın yarattığı bir tablo gibi sunmak için, zengin mavi tonlarından oluşan bir renk paletinden ve solgun yüzlü kadın oyunculardan oluşan bir kadrodan faydalanıyor. Film, kendi geleneklerini koruyan bir kültürün yumuşak ve cezbeden tasviriyle bizi, zaman zaman çirkin yönlerini yansıtsa da hiçbir zaman hor görmediği Mari topraklarında bir yolcuğa davet ediyor.

poster 731x1024 Randevu İstanbul Film Festivali Hakkında Birçok Şey

16. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali ’12 Years a Slave’ Filmiyle Açılıyor!

$
0
0

Oscar’ın en güçlü adayları arasında gösterilen ve ilk gösterimini Toronto Film Festivali’nde gerçekleştiren, Steve McQueen imzalı “12 Yıllık Esaret” filmi, bu sene 16. senesini geride bırakacak olan Randevu İstanbul Film Festivali’nin ilk randevusu!

İngiliz sinemacı Steve McQueen’in yönetmenliğini üstlendiği “12 Yıllık Esaret” filminin oyuncu kadrosunda Chiwetel Ejiofor ve Michael Fassbender‘ın yanısıra Brad Pitt, Benedict Cumberbatch ve Paul Giamatti gibi yıldızlar yer alıyor. Türkiye’de bir daha izleme şansı bulamayacağınız birbirinden hit filmlerle sürecek festival yolculuğu 26 Aralık’ta son buluyor.

slave 16. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali 12 Years a Slave Filmiyle Açılıyor!

Steve McQueen’in Amerikan kölelik sistemindeki yaşamın çarpıcı kesitlerinden yola çıkarak gerçek bir hayat hikayesini anlattığı filmde, duygu yüklü sahneler, köle sınıfının yaşadığı dehşeti ve fiziksel zorlukları gözler önüne seriyor. Ödül sezonuna hızlı giren ve başta Bağımsız Ruh Ödülleri olmak üzere pek çok ödüle aday gösterilen film tanınmış sinema yazarlarının 2013’ün en iyi 10 filmi listelerine girmeyi başardı.

Biletler:

20-26 Aralık boyunca Cinemaximum Zorlu CenterLevent Cinemaximum Kanyon ve Beyoğlu Cinemaximum Fitaş’ta gösterimde olacak filmlerin, gündüz seanslarında 5TL ve akşam seanslarını 10TL’den satışa sunacağı biletleri çok yakında festival mekânlarında ve gişelerde.

poster 731x1024 16. Randevu İstanbul Uluslararası Film Festivali 12 Years a Slave Filmiyle Açılıyor!

71. Altın Küre Adayları Belli Oldu!

$
0
0

Ödül sezonu tüm süratiyle devam ederken klişe tabirle ‘Oscar’ın habercisi’ olarak addedilen Altın Küre ödüllerinin 2014 adayları açıklandı. Ödül sezonun ağır topları, tıpkı konuşulduğu gibi Altın Küre ödüllerinde de ağır basıyor gibi görünüyorlar. “Hollywood Yabancı Basın Birliği” tarafından dağıtılan Altın Küre ödülleri, 12 Ocak 2014′te sahiplerini bulacak.

golden globe e1386859084222 71. Altın Küre Adayları Belli Oldu!

 

Sinema Kategorileri

En İyi Film (Dram)
12 Years a Slave
Captain Phillips
Gravity
Philomena
Rush

En İyi Film (Müzikal ya da Komedi)
American Hustle
Her
Inside Llewyn Davis
Nebraska
The Wolf of Wall Street

En İyi Yönetmen
Alfonso Cuarón, Gravity
Alexander Payne, Nebraska
David O. Russell, American Hustle
Paul Greengrass, Captain Phillips
Steve McQueen, 12 Years a Slave

En İyi Kadın Oyuncu (Dram)
Cate Blanchett, Blue Jasmine
Emma Thompson, Saving Mr. Banks
Judy Dench, Philomena
Kate Winslet, Labor Day
Sandra Bullock, Gravity

En İyi Erkek Oyuncu (Dram)

Chiwetel Ejiofor, 12 Years a Slave
Idris Elba, Mandela: Long Walk to Freedom 
Matthew McConaughey, Dallas Buyers Club
Robert Redford, All Is Lost
Tom Hanks, Captain Phillips

En İyi Senaryo
12 Years a Slave, John Ridley
American Hustle, David O. Russell
Her, Spike Jonze
Nebraska, Bob Nelson
Philomena, Jeff Pope Steve

En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal ya da Komedi)
Amy Adams, American Hustle
Greta Gerwig, Frances Ha
Julie Delphy, Before Midnight
Julia Louis-Dreyfus, Enough Said
Meryl Streep, August: Osage County

En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal ya da Komedi)
Bruce Dern, Nebraska
Christian Bale, American Hustle
Joaquin Phoenix, Her
Leonardo DiCaprio, The Wolf of Wall Street
Oscar Isaac, Inside Llewyn Davis

Yabancı Dilde En İyi Film
Blue Is The Warmest Color
The Great Beauty
The Hunt
The Past
The Wind Rises

En İyi Animasyon
Despicable Me 2
Frozen
The Croods

En İyi Orijinal Şarkı
Atlas, The Hunger Games: Catching Fire
Let It Go, Frozen
Ordinary Love, Mandela: Long Walk to Freedom
Please Mr. Kennedy, Inside Llewyn Davis
Sweeter Than Fiction, One Chance

En İyi Film Müziği
12 Years a Slave, Hans Zimmer
All Is Lost, Alex Ebert
Gravity, 
Steven Price
Mandela: Long Walk to Freedom, Alex Heffes
The Book Thief, John Williams

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Jennifer Lawrence, American Hustle
Julia Roberts, August: Osage County
June Squibb, Nebraska
Lupita Nyong’o, 12 Years a Slave
Sally Hawkins, Blue Jasmine

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Barkhad Abdi, Captain Phillips
Bradley Cooper, American Hustle
Daniel Brühl, Rush
Jared Leto, Dallas Buyers Club
Michael Fassbender, 12 Years a Slave

 

Televizyon Kategorileri

En İyi Dizi, Dram
Breaking Bad
Downton Abbey
The Good Wife
House of Cards
Masters of Sex

En İyi Kadın Oyuncu (Dram)
Julianna Margulies, The Good Wife
Kerry Washington, Scandal

Tatiana Maslany, Orphan Black
Taylor Schilling, Orange is the New Black
Robin Wright, House of Cards

En İyi Erkek Oyuncu (Dram)
Bryan Cranston, Breaking Bad
James Spader, The Blacklist
Kevin Spacey, House of Cards
Liev Schreiber, Ray Donovan
Michael Sheen, Masters of Sex

En İyi Dizi (Komedi)

Brooklyn Nine-Nine
Girls
Modern Family
Parks and Recreation

The Big Bang Theory

En İyi Kadın Oyuncu (Komedi)
Edie Falco, Nurse Jackie
Lena Dunham, Girls

Zooey Deschanel, New Girl
Julia Louis Dreyfus, Veep
Amy Poehler, Parks and Recreation

En İyi Erkek Oyuncu (Komedi)
Andy Samberg, Brooklyn Nine-Nine
Jason Bateman, Arrested
Don Cheadle, House of Lies
Michael J. Fox, The Michael J. Fox Show
Jim Parsons, The Big Bang Theory

En İyi Kısa Dizi ya da Televizyon Filmi
American Horror Story: Coven
Behind the Candelabra
Dancing on the Edge
Top of the Lake
White Queen

Televizyon filmi ya da Kısa Dizi, En İyi Kadın Oyuncu
Jessica Lange, American Horror Story: Coven
Helen Mirren, Phil Spector

Helena Bonham Carter, Burton and Taylor
Rebecca Ferguson, The White Queen
Elisabeth Moss, Top of the Lake

Televizyon filmi ya da Kısa Dizi, En İyi Erkek Oyuncu
Al Pacino, Phil Spector
Chiwetel Ejiofor, Dancing on the Edge
Idris Elba, Luther

Matt Damon, Behind the Candelabra
Michael Douglas, Behind the Candelabra

Televizyon filmi ya da Kısa Dizi, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Hayden Panattiere, Nashville
Jacqueline Bisset, Dancing on the Edge
Janet McTeer, The White Queen
Monica Potter, Parenthood
Sofia Vergara, Modern Family

Televizyon filmi ya da Kısa Dizi, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Aaron Paul, Breaking Bad
Corey Stoll, House of Cards
Josh Charles, The Good Wife
Jon Voight, Ray Donovan
Rob Lowe, Behind the Candelabra


Pera Film’in ”Latin Amerika’dan Öyküler” seçkisi Arjantin sinemasıyla devam ediyor

$
0
0

Aralık ayında başlayan Latin Amerika’dan Öyküler seçkisi, Kolombiya sinemasının son dönem örneklerinin ardından Arjantin sinemasıyla devam ediyor. 18 Aralık’ta başlayacak olan Arjantin seçkisi dahilinde, Arjantin sinemasının son dönemde öne çıkan dört örneği izleyiciyle buluşacak.

akasyalar Pera Filmin Latin Amerikadan Öyküler seçkisi Arjantin sinemasıyla devam ediyor

Programda yer alan filmler: Alejandro González Iñárritu‘nun Biutiful filminin senaryosunda imzası bulunan Armando Bo‘nun ilk uzun metrajı The Last Elvis, Paula Siero‘nun Arjantinli eleştirmenler tarafından iki ödüle aday gösterilen ilk filmi El agua del fin del mundo, Gaspar Scheuer‘in ikinci uzun metrajı Samurai ve Pablo Giorgelli‘nin Cannes Film Festivali’nden üç farklı ödülle dönen ve ülkemizde de İstanbul Film Festivali kapsamında izleyiciyle buluşan bol ödüllü filmi Las acacias.

28 Aralık’ta sona erecek olan programa ve filmlere dair detaylı bilgilere linkten ulaşabilirsiniz.

 

5. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nin Teması ‘Direniş’

$
0
0

#DirenİnsanHakları!

Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nin 5′incisi 14-18 Aralık 2013′te #direniş temasıyla gerçekleşiyor. Dünyanın her köşesindeki hak ihlallerini konu alan pek çok filmin ve konuğun katılımıyla gerçekleşecek olan festivalin posteri boş bir çerçeveden ibaret…

DOCUMENTARIST ekibi tarafından gerçekleştirilen Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, 14-18 Aralık 2013 tarihlerinde 5. yılını kutluyor. Ana teması #direniş olarak belirlenen festivalde Gezi Parkı direnişi ile ilgili filmlere geniş bir bölüm ayrılıyor. Bu seneki festival programında ayrıca göçmenlik, kadın hakları, ekoloji gibi temalara değinen 40’a yakın film yer alıyor. Hafta boyunca bir çok yan etkinliğin yapılacağı festivalde gösterim ve etkinlikler SALT Beyoğlu, Aynalı Geçit Etkinlik Mekânı, Dutch Chapel, Tütün Deposu ve Cezayir Salonu’nda’nda gerçekleşiyor.

Bu yılın festival posteri, ‘direniş’ ruhuna uygun olarak, herkesin kişisel yaratıcılığına açık olarak tasarlandı. Festival dileyen herkesi, çerçeve içinde beyaz bir zemin olarak basılan posterin içini #bencedireniş hashtag’ine uygun biçimde doldurmaya ve son halinin fotoğrafını sosyal medyafda paylaşmaya davet ediyor.

Festivalde seyirciyle ilk kez buluşacak olan başlıca filmler arasında, Suriye’deki bir Filistin kampındaki gençlerin hayatına odaklanan “Yarmouk’un Gençleri” (The Shebabs Of Yarmouk, Axel Salvatori-Sinz); genç kuşağın umutsuzluğunu şiirsel bir dille anlatan bol ödüllü Gürcistan filmi “Her Şeyi Yok Eden Makine” (The Machine Which Makes Everything Dissapear, Tinatin Gurchiani); Hırvatistan’da üniversitelerin özelleştirilmesine karşı patlak veren öğrenci eylemlerini ve kitlesel boykotu ele alan “Kuşatma” (Blockade, Igor Bezinović); ABD’deki hapishanelerde ağır mahkumların sanatla ayakta durma çabasını konu alan ve İsveç’te yılın en iyi belgeseli seçilen “Geceleri Uçarım” (At Night I Fly, Michel Wenzer); Afganistan’daki kadın mahkumların durumunu gözler önüne seren “Parmaklıklar Arkasında Burkasız Yaşam” (No Burqas Behind Bars, Nima Sarvestani); Capo Verde’de endüstriyel balıkçılığın mahvettiği denizleri konu alan  “Kum Taneleri” (Sandgrains, Jordie Montevecchi-Gabriel Manrique) gibi önemli filmler yer alıyor.

Türkiye’den ise hayvan haklarından etnik azınlıklara kadar uzanan bir konu yelpazesi sunan, “Taşkafa: Bir Sokak Hikayesi’’ (Andrea Luka Zimmerman), “ODTÜ Ayakta” (Film Kolektifi), “Hay Vay Zaman” (Nezahat Gündoğan), “Kıyı Kıyı” (Özlem Sarıyıldız), “Antigoni Küçük Adamız Hayatımız” (Nilüfer Uzunoğlu), “Termik İstemeyruk” (Caner Özdemir), “Bir Fincan Türk Kahvesi” (Nazlı Eda Noyan-Dağhan Celayir), “Mazgal” (Cemil Oğuz) başta olmak üzere geniş bir seçki yer alıyor.

Hangi İnsan Hakları Film Festivali, bu yaz kaybettiğimiz değerli sinema insanı Tuncel Kurtiz’i de çok özel bir filmle anıyor: Tuncel Kurtiz’in anısına, ustanın 1978′de İsveç Televizyonu için yaptığı yaptığı ve Türkiye’de hiç gösterilmemiş olan “E5: Ölüm Yolu” adlı belgeseli festivalin günyüzüne çıkarıp programa aldığı filmler arasında. Özel gösterimlerden biri de, Marcel Ophüls’ün belgesel tarihinin klasikleri arasında sayılan “Acı ve Merhamet”e (Le chagrin et la pitié, 1969) ayrıldı. Filmin gösterimi sonrasında Fransız eleştirmen Ophr Levy, “Bellek Oluşturma ve Dönüştürme Sürecinde Belgeselin Rolü” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirecek.

5. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali programında Gezi direnişi ile ilgili filmlere de özel bir bölüm ayrılıyor. Haziran başında Documentarist’e konuk olarak İstanbul’a gelen ve isyanın patlamasıyla, soluğu Gezi’de alarak çekimler yapmaya başlayan Tomaş Doruşka ve Akile Nazlı Kaya’nın sonradan Çek Televizyonu için hazırladığı “Ağaçlarla Başladı: Gezi Parkı’nda İsyan” (It Started With Trees: Revolt in the Gezi Park) adlı filmin Türkiye’deki ilk gösterimi festival kapsamında gerçekleşecek. Pek çok kısa filmin buluşacağı Gezi bölümünde, isyan sırasında medyanın tavrını ele alan ve Antalya’da Jüri Özel Ödülü kazanan “Tornistan” (Ayce Kartal) da yer alırken, Fatih Pınar’ın Gezi’deki polis şiddetiyle ilgili olanlar başta olmak üzere toplumsal olaylara dair gerçekleştirdiği video-röportajları da festivalde topluca gösteriliyor.

İlki geçen yıl gerçekleşen ve büyük ilgi gören Video-Eylem Atölyesi, bu sene yurtdışından katılımlar ve daha geniş bir programla Dijital Aktivizm Atölyesi başlığıyla hayata geçecek. Gezi sonrasında video-eylem kavramının daha da önem kazanması, festivalin gelenekselleştirmeyi amaçladığı sözkonu atölyeyi daha da yaşamsal kılıyor. Bu atölyeyle birlikte, Festival programından 16 filmlik bir seçki 19-22 Aralık tarihlerinde Batman’a da taşınacak.

Çeşitli ülkelerden pek çok uluslararası konuğu ağırlayacak olan Festival, Gezi Parkı direnişine rastladığı için DOCUMENTARIST 2013′te kaçırılan filmlerden bir seçkiyi de programına katıyor. Seyirci anketiyle belirlenen ve yeniden gösterilecek filmler arasında Antalya’da Altın Portakal kazanan “Tek Başına Dans” (Dancing Alone, Biene Pilavci), geçen sene IDFA’nın açılışını yapan “Yanlış Zamanda Yanlış Yerde” (Wrong Time Wrong Place, John Appel), trajik bir kadın cinayeti öyküsünü anlatan “Bahar” (Carin Goeijers), başka bir cinayetin kurbanı Pippa Bacca’yı konu alan “Gelin” (The Bride, Joel Curtz) ve ile kişisel bir öyküyü şiirsel bir dille ele alan “Belville Bebeği” (Belville Baby, Mia Engberg) gibi belgeseller yer alıyor.

İsveç Başkonsolosluğu, Hollanda Başkonsolosluğu, SALT, Armada Oteli, Fransız Enstitüsü, Hırvatistan Konsolosluğu, Anadolu Kültür’ün işbirliği ve pek çok kurumun desteğiyle gerçekleşen 5. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali, ayrıca çeşitli performans, çocuk atölyeleri, panel ve söyleşilere sahne olacak. Tüm gösterim ve etkinlikler, SALT Beyoğlu, Aynalı Geçit Etkinlik Mekânı, Dutch Chapel, Tütün Deposu ve Cezayir Salonu’nda ücretsiz olarak izlenebilir.

hangi insan 5. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nin Teması ‘Direniş’

Bu İşte Bir Yalnızlık Var (2013): Bu İşte Bir Yalnızlık Var sunar: Vodafone!

$
0
0

Eski bir gitarist olan Mehmet’in ‘başarısızlık’ ve yalnızlık hikayesi Bu İşte Bir Yalnızlık Var. Eski güzel günler geride kalmış Mehmet için; maddi yönden kötü durumda, boşanmış, müzik piyasasındaki ve hayattaki duruşunu sürdürmesi imkansız ve en kötüsü de alt kattaki komşusu ve arkadaşı olan Ayşe’ye aşık oluyor. Tablo hiç iyi değil. Film açısından ise durum tam tersi, yeni olmasa da gayet işe yarar bir malzeme; melankoli, kaybeden erkek motifi, geçmiş günler romantizmi ve kadın erkek ilişkileri üzerinden aforizmalar. Bu İşte Bir Yalnızlık Var elindeki bu malzemeyi gayet iyi kullanıyor ama gereksiz hamlelere başvurmuyor da değil.

Filmin en büyük başarısı Mehmet ile Ayşe arasındaki ilişkiyi basit bir şekilde kurması. Mehmet’in Ayşe’ye yavaş yavaş aşık olması ya da aşık olduğunu zamanla anlaması, Ayşe’nin de gayet gerçek olan arkadaşlığı hiçbir şekilde sırıtmıyor. İlişkideki dengeler, dönüşümler, birlikte geçirilen anların sahiciliği, hikayeyi ayakta tutan şey zaten. Çünkü, bunun dışında kalan yan hikayeler sağlam kurulmadığı gibi kendi içinde de fazlasıyla çelişki barındırıyor.

 bu işte 1 Bu İşte Bir Yalnızlık Var (2013): Bu İşte Bir Yalnızlık Var sunar: Vodafone!

Örneğin Mehmet’in Ayşe ile yakınlaşmasını artıran en önemli basamaklardan biri olan ‘zorunlu’ ada yolculuğu bölümünde hem görsel yönden hem de tutturulmaya çalışılan mizahı ton açısından beklenen düzeye çıkılamıyor. Bu yüzden de bu tür için elzem olan ikilinin yakınlaştığı sahneler bu bölümde istenen etkiyi bırakmıyor. ‘Kocanın yokluğu’ da içi iyi doldurulamayan bir başka mevzu. Gerçekten bu yokluğun yarattığı etkiyi iki karakterde de göremediğimiz gibi, 120 dakikalık hikayede her şeyin başlangıcı olan bu yokluğun hangi ara bu kadar işlevsizleştirildiğini anlayamıyoruz. Diğer yandan, hikayeyi Mehmet’in tarafından takip ettiğimiz için ara ara ilişki tahlilleri ve kadınlar hakkında aforizmalar duyuyoruz. Bu bir yere varamayan büyük sözler de hikayenin odak noktasının yan öykülerle dağılmasının bir sonucu olsa gerek. 

Tüm bunların ötesinde filmin başlıca sorunu, çizdiği karakteri kendi elleriyle bozmaya çalışması. Geçmişteki gerçek müzikten bahseden ve bu yüzden piyasadan uzak duran, müzik dersleri vererek geçimini sağlayan Mehmet’in sonunda bir popstar’ın, Atiye’nin arkasında çalmaya başlaması hiçbir dramatik çatışmaya yol açmıyor nedense. Bunca yıl karşı çıktığı şeyin kollarına aniden kendini bırakıveriyor Mehmet. Neden olarak maddi sorunlar, çıkışsızlık vs. gösterilse de buna inanmak mümkün olmuyor. Mehmet’in, inandığı şeyin karşısına bu kadar rahat bir şekilde geçmesi bize ne anlatmalı? Eski günlere takılmamak lazım mı? Hayata karşı duruş koca bir yalan mı? Çağa ayak uydurmak mı gerek? Sahneye çıkınca her şey unutuluyor mu? Ya da aşk acısı çekerken bunların lafı mı olur? Başta küçümsediği Atiye’ye sonradan saygı duyması ve arkadaşının ‘‘zengin çocuklarına ders vermek çok mu iyi’’ benzeri konuşmaları keşke Mehmet’in kararını değiştirmekle kalsaymış, çünkü adeta onun dönüşümünü sağlıyor. Üstüne bir de filmin sponsoru olan Vodafone reklamlarıyla (reklam demek ayıp olur, ürün yerleştirme konusunda ‘‘binicem üstüne, vurucam kırbacı’’ demiş adeta!) birçok sahne katledilince içerikle biçim arasında muhteşem bir uyum sağlanıyor!

 bu işte 2 Bu İşte Bir Yalnızlık Var (2013): Bu İşte Bir Yalnızlık Var sunar: Vodafone!

Yan öykülerdeki sorunların ana yapıyı bozmasına ve Vodafone’un gözümüze sokulmasına rağmen artılarıyla seyircisini bulabilir Bu İşte Bir Yalnızlık Var. Yönetmenlik açısından özensiz tarafları olsa da becerikli bir iş. Özellikle Mehmet ve Ayşe’nin evlerinde geçen sahnelerde hikayenin duygusu ve karakterlerin ruh halini yansıtan bir görselliği var filmin. Senarist Burak Göral’ın sinema eleştirmenliği refleksiyle potansiyel klişe barındıran sahnelere ve diyaloglara yaptığı dokunuşlar fark ediliyor. Dahası başta da belirttiğimiz gibi Mehmet-Ayşe arasındaki ilişkiyi pürüzsüz ve bu tarz popüler filmlerden alışık olmadığımız şekilde gösterişsiz yazmış, ki bu da önemli. Engin Altan ile Özgü Namal arasındaki kimyanın ve iki oyuncunun performansının sorunsuz ve ikna edici olduğunu, bununla birlikte geri kalan oyuncu seçimlerinin ise son derece başarısız olduğunu da belirtmek lazım. Olmamışlıkları ve ‘keşke’leri çok fazla benim için. Bir de süresi tabii ki. Her şeye rağmen ‘olsun’ derseniz, o kadar engeli aşıp ürün yerleştirmelere de takılmazsınız herhalde!

***

Yönetmen: Hakan ‘Ketche’ Kırvavaç

Senaryo: Burak Göral, Tuna Kiremitçi (Roman)

Yapım: 2013, Türkiye

Oyuncular: Engin Altan Düzyatan, Özgü Namal, Emin Gürsoy, Gaye Gürsel

Süre: 122′

***

Hasan Cömert

twitter

Nostalgia for the Light (2010): Unutmak ve Hatırlamak Üzerine

$
0
0

“Miguel ve karısı benim için Şili’nin bir metaforu gibi… Anita, Alzheimer hastalığı sebebiyle unuturken Miguel her şeyi hatırlıyor”. Bu cümle sadece Şili halkının başına gelenleri ve Pinochet darbesinin yol açtığı ağır hasarları özetlemiyor. Bu cümle, dünyanın bütün ezilen halklarına, sömürülenlerine, ‘kaybedilerek’ toprağa gömülenlerine ve birileri unuturken hatırlayanlarına ağıt yakıyor. Patricio Guzmán, Işığa Özlem’de hafıza mefhumuna yakından temas ediyor.

Her şey dünyanın en kurak, Şili’nin en büyük çölü Atacama’da başlıyor. Uçsuz bucaksız, sonsuz, hem ürkütücü hem büyüleyici ‘korkunç’ bir yer burası…  Hiçbir canlının kendi imkânlarıyla yaşamını sürdüremeyeceği, bu dünyaya ait değilmiş gibi görünen ve Şili’nin “İçimdeki Gezegen” diye seslendiği bir yer aynı zamanda. Bilim insanları, hem çölün kendisiyle hem de sunduğu imkânlarla ilgileniyorlar. Çölün bu ölgünlüğü, yaşamın devinimlerini gözlemlemek için benzersiz fırsatlar sunuyor. Atacama’da bilim insanları kendi kökenlerini, canlılığın temellerini ve her şeyin nedenini arıyorlar. Hiçbir an, boşlukta gördüklerinin bir tür yanılsama olduğunu unutmadan; ışığın gözlerine ulaşma süresini oyunun dışında bırakmadan; ‘geçmiş’ mefhumu mutlak iken ‘şimdi’nin ise bir illüzyondan ibaret olduğunu göz ardı etmeden…

‘Nedenini’ arayan, rasyonel bir mahlûk olarak insan, nimetsiz bir çölde gökyüzüne bakarken bir diğer tarafta ‘sonuç’la yüzleşmek isteyen akrabalarıyla bağ kuruyor. Zira bu çölün başka ‘müdavimleri’ de var. 73’teki ağır askeri darbenin kurbanları, bu sonsuz çölün kızıl katmanlarına sıkışmışlar. Bu nedenle toprakların altında, kardeşinin, çocuğunun, kocasının, yani, en genel anlamıyla ailesinin kalıntılarını arayan, acılarla yüzleşmesi dahi engellenmiş kadınlar bu kızıl toprağı kazıyor.  Bilim insanları gökyüzüne bakarak ararken onlar çok daha somut haliyle toprağa bakarak arıyorlar insanı. Farkındalıklı bir inatla peşine düştükleri bu acı macera, asla yitirmedikleri ve yitirmekten korkmadıkları umutları tarafından güdümleniyor. General Pinochet’nin katıksız faşizmi Şili’nin en boş coğrafyasının tüm hücrelerine sinmiş bir şekilde, kurbanlarıyla yüzleşmeye korkak bekliyor.

nostalji Nostalgia for the Light (2010): Unutmak ve Hatırlamak Üzerine

Herhangi bir faili meçhuller ülkesi Şilili halkının rüyasını ve kâbusunu rahatça özümseyebilir elbette ki. Serbest seçimle iktidara gelen ilk batılı sosyalist hükümetin başkanı Salvador Allende’nin tohumunu ektiği rüya, Amerika destekli askeri darbenin ardından 17 yıllık bir kâbusa evriliyor.  Pinochet’nin faşist rejimi, doğası gereği, kapıyı hoşgörü kavramını yüzüne çarpıyor. Bütün baskılananlar, kafası başka yöne doğrultulanlar ve bir tür lobotomi ile hafızası köreltilenler devlet terörü karşısında her şeyle yüzleşebilecekleri ‘o’ günü bekliyorlar. Şili, dünyadaki ‘liberal(!)’ diktatörlüğün pilot bölgelerinden biri haline gelirken unutmak ile hatırlamak seçenekleri hayatın anlamını ifade etmeye koyuluyorlar.

Patricio Guzmán’ın ‘Işığa Özlem’i aslında ismiyle müsemma bir duruşla bir hasretin peşine düşüyor. Her topluma lazım bir ‘toplumsal hafıza’nın, unutmaya meyillendirilmiş bir toplumla olan ince bağını ‘ışık’ ve ‘hayat’ üzerinden kuruyor. Daha önce ayrı ayrı General Pinochet’nin (Le cas Pinochet, 2001) ve Salvador Allende’nin (Salvador Allende, 2004) belgesellerini yapan ve kariyerinin tüm muhteviyatını Şili’nin politik bataklığına ayıran Guzmán, bu kez iki politik figür arasında kalan ve toprağın altına süpürülenlerine adıyor belgeselini: Şili’nin Cumartesi Anneleri… Ölümün somut hali gibi görünen Alacama çölünde, bir umut bir kafatası parçası ya da bir ayak parmağı kemiği arıyorlar yılmadan. Şiddetten geriye kalanı, hiçbir şeyi unutmamak için kucaklamak ve bağırlarına basmak istiyorlar. Hesap sormak istiyorlar, hesap soracak birini arıyorlar.

nostalgia for the light Nostalgia for the Light (2010): Unutmak ve Hatırlamak Üzerine

Patricio Guzmán, son derece kişisel ve öznel bir anlatımla, görsele sesli yorum katarken yeryüzüne çevirdiği denli gökyüzünü de çeviriyor kamerasını. Bu kadar küçük, bu kadar anlamsız ve evrenin geri kalanıyla orantıladığımızda düpedüz ‘gereksiz’ canlıların acizliklerini anlamak için gökyüzü; hayatın başlangıcından hayatın sonlanışına kadar kendini yazan tarihi ‘anlamlandırmak’ için gökyüzü… Patricio Guzmán bütün bu bağlamı üretirken bilimi ve özellikle de bilim felsefesini çok umursuyor. Zira göreceli olmayan bilimsel kanunlar üzerinden hayatın kendisine dair türetilecek objektif çıkarımlar, tartışılmaz bir önem taşıyor.

Aynı çölde, farklı amaçlara sahip gibi görünüyor olsalar aslında aynı şeyi, gerçeği, arayan iki farklı grup arasında kurulan bağ Patricio Guzmán’ın film dâhilindeki en mühim ve şekillendirici buluşlarından biri. Işığa Özlem, gerçeği tek bir perspektif üzerinden tanımlıyor. Çünkü Şili’deki bu sonucu bilinmez arayışın vadettiği gerçek, bu göz ile eksiksiz bir biçimde somutlanabilir. Dev bir çölü paylaşan, hiçbir ortak noktaları bulunmamasına rağmen, büyük bir merak duygusuyla ve ne kadar acı olduğunu dert etmeden geçmişe dair mutlak doğruyu arayan insanlar, cevaplayamadıkları sorular hariç hiçbir şeyi umursamıyorlar.

Işığa Özlem, unutulmaya mahkûm edilen sosyal bilinci kuvvetlendirme amacı güdüyor. Sadece bu bağlamda bile üzerinde yaşadığınız ‘herhangi’ bir coğrafyayla bir bağ kurabilirsiniz. Daha da özele inersek, bu belgesel, çok benzer sorunlardan muzdarip Türkiye halkının –en azından- kendine anlayışla yaklaşabilmesi için çok mühim ayrıntılar bahşediyor. Kırmızı hap ya da mavi hap ikilemindeki seçim yeniden karşımıza gelirken, bu belgesel sayesinde kararımız bir nebze olsun kolaylaşıyor sanki. Unutmak, eskisi kadar rahatlatıcı görünmüyor.

 

Kaan Karsan

kaankarsan@gmail.com

twitter

**

***

Yönetmen: Patricio Guzmán

Senaryo: Patricio Guzmán

Yapım: 2010, Şili

Oyuncular: Gaspar Galaz, Lautaro Núñez, Luís Henríquez

Süre: 90

***

The Hobbit (2013): The Desolation of Smaug: Seriye Kaçak Kat

$
0
0

Kartalların bıraktığı yerden devam eden kaçak kat niteliğindeki ikinci filmimizi, Unexpected Journey’nin yapabildikleri ve yapamadıkları üzerinden değerlendirdiğimizde üzerine konuşacak pek şey bulamayacağız. Zira ilk film de pek çok açıdan “ilk film” paniğini gizlemekte zorlanıyordu. Ancak yine de, 10 yıl önce göz yaşları içinde ayrıldığımız dünyanın kapılarını usulca aralamak, derli toplu buyur etme açısından damakta o eski, hoş, küflü Orta Dünya tadını bırakabiliyordu. Yazının temasını da oluşturan “tad yoksunluğu”, ikinci filmin sıkça beraber anılacağı tamlamalardan biri. Süre,  işlevsellik namına PJ’in üstesinden geldiği en iyi şeylerdenken, burada ilk kez sünüyor ve meşhur 3 saatiyle ne yapacağını şaşırıyor. Bu da ortaya, 10 sene öncesinden alışık olduğumuz ‘atmosferik’ tadı yok edip 4 saniyelik plan parçalara küçültüyor. Asla bir bütün hissiyatına varamadığımızda da geriye “Jason Statham Orta Dünya’da” seyirliği kalıyor. Halbuki Yüzüklerin Efendisi serisinin hem edebi hem de sinema olarak zamanında “sadece yapabildikleri” üzerinden bir düzine fikir çıkarılacaktır kuşkusuz.

Her şeyden evvel kurgusal olarak bir bütünlükten bahsedememek, beklentiyi en zayıf yönünden yaralayan sinema aracıydı kendi adıma. Filmin açılış sahnesi, ne sinemasal ne de edebi anlatımdan payını alarak devamında gelen filme eklemlenebiliyor. Bizi öncesinde bıraktığı yer ve sonrasında devam ettireceği zaman diliminden 12 sene geri götürüyor ve bu ekibin bir araya nasıl geldiğini göstermeye ihtiyaç duyuyor. Seri bir arada çekildiğinden kaynaklı olarak, muhtemelen ilk filmin başında düşünülen bu yersiz hatırlatma introsu, belki ikinci filmi bir bütün olarak sekteye uğratmıyor ama kitabı ve seri düsturunu bilenler için büyük resme bakıldığında PJ’in bunu yapma motivasyonunu buruk bir tadla merak ettiriyor.

the hobbit the desolation of smaug movie poster 3 2 The Hobbit (2013): The Desolation of Smaug: Seriye Kaçak Kat

LOTR serisinde her bir filme giriş, sözkonusu filmin esas başlayacağı yerin habercisi, hazırlayıcısı olarak muazzam “flashback” tercihlerinden oluşuyordu. Bu anlamda okuyucu değil de, seyirci olarak aralarında 1 sene hasada bırakıldığımız seriyi ilk 5 dakikada tekrar ısıtıp devamlılığa dahil edebiliyordu. Böylelikle seri antolojisindeki zaman ve mekan sürekliliğini baştan yazabiliyordu. Tabii ki tüm bunlar bir serinin olmazsa olmazı olmak durumunda değilken, bahsettiğimiz evren kızışıp kaynayarak bir boşalmaya ivme kazanması suretiyle öncül ve artçılı organik olarak bağlayabilmekle mesul. Orta Dünya için de yapılagelen de hep buydu: Anlatıyı, anlatının içeriğindeki zamanı aralarında belki saniyeler oynayacak şekilde makaslamak.

Zamanı makaslamanın bu anlamda Hobbit’e en yaramayan şey olduğunu söylemek yanlış olmaz. Temelde de Tolkien tarafından “bedtime story” tadında yazılan (tek) kitap, çok net serim, düğüm ve çözüm kısımlarından oluşmakta. Film projesi ilk duyurulduğundan beri kitapla da bütünleşik sinema bilirkişilerinin evhamı da burada başlıyordu. Önce 2 film olarak duyurulduğunda, yani (bilenler için söylüyorum) rahatça ormandan kaçıp fıçılarla şehre ulaşıncaya kadar ilk film toparlanabilir gibi düşünülmüştü. Kaldı ki sadece Fellowship of the Ring, tam da bu belirlediğim yere kadarki gelişmelerden çok daha fazla mekan, kişi ve olay içeriyordu.

Sonradan 3. bir filme çıkarılmasını da, stratejik olarak her sene geliri ikiye katlamakla da beraber PJ’in detay titizliğiyle sündüre yaya anlatmasına olanak sağladı. Elimizde kalansa bir “arkası yarın” projesi olarak iki filmin bağlayıcı unsuru oldu. Yani asıl ikinci film için, seneye aynı zamanlarda izleyeceğimiz There and Back Again’i göstersek bu argümana ters düşmeyecektir.

Hadi bunu bütünü temsil eden bir parça olarak değil de bağımsız bir bütün olarak düşündüğümüzde de durum pek iç açıcı değil. 4-5 saniyeden daha uzun bir planın olmadığı, tüm ego ve süre tramplenine rağmen finale alelacele, nefes nefese koşturan uçucu kaçıcı bir film Smaug. Çekimlerin kusursuzluğu, kurgunun yere göğe sığamamasıyla resmen nötrlenen bir vasatlığa dönüşüyor. Kurgunun özellikle rahatsız ettiği, filmin “climax” noktası sayılabilecek ejderha sahneleri de atmosfer olarak yine en kusursuzu arasa da tempo olarak sırıtan anlara sahip. Dengesini bir türlü kuramayan, bulduğunda da koruyamayan aksiyonlar bütünü olarak da gerekliliği tartışılası bir devam filmi halini alıyor.

the desolation of smaug The Hobbit (2013): The Desolation of Smaug: Seriye Kaçak Kat

Tek gereksizlik, filmin tamamıyla kendisi değil elbette. Bir de öyküyü boyutlandırmak için katılan Tauriel karakteri, Evangeline Lilly. Filmin neredeyse 1,5 saatini çalan yan öyküsüyle filmin harekete geçmek üzere olduğu, tam da bir şeye dönüşeceği esnalarda filmin kirletilmemiş, halen masum kalabilmiş yüzü olarak aşkı temsilen senaryoya sıkıştırılarak filmi hantallaştırmış. Aragorn – Arwen ilişkisinin öyküyü taşıyıcı niteliğine rastlamak mümkün olmadığı gibi böyle bir arayışta olduğumuzun varsayımı da senaryo ekibine oldukça mesai yaptırmışa benziyor.

Son olarak, stüdyo çatısı altında neler döndüğünü elbette bilemeyeceğimiz. Kudreti yeryüzünde ulaşmadık yer kalmamış Star Wars sagasının yolundan gidiyor gibi gözüken, tabiri caizse Lucas sendromlu Peter Jackson’ın, arkasından bir sinema literatürü bırakacak gibi tasarladığını varsayabileceğimiz Orta Dünya külliyatı, ikinci üçleme macerasına tamı tamına bir tatmin sağlayamadan devam ediyor. PJ’in en iyi yaptığı “gore sineması”nı resmen konuşturacağını söyleyebileceğimiz son filmse, kitabı okuyanların da onaylayabileceği üzere, Beş Ordu Savaşları ile 3 küsür saat bize taş taş üstünde bırakmayacak bir savaş izletecek. Her şey bittiğinde geriye dönüp ilk iki filmi, ama daha çok bu filmi affedip affetmeyeceğimizi de zaman gösterecek.

 

Filmin Türkçe Adı: Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları

Yönetmen: Peter Jackson

Senaryo: Fren Walsh, Philippa Boyens

Oyuncular: Martin Freeman, Ian McKellen, Orlando Bloom, Evangeline Lilly

Yapım: ABD, 2013

Süre: 161′

 

twitter.com/pyschedelia

Vizyon Yıldız Tablosu

$
0
0

 

Kasım – Aralık 2013 Ekşi Sinema vizyondakiler yıldız tablosu:

 

tabyıl1 Vizyon Yıldız Tablosu

 

Notlar 5 üzerinden verilmiştir.

Haftalık olarak güncellenecektir.

facebook

twitter

Randevu İstanbul kapılarını açarken Onur Ödülleri de sahiplerini buluyor

$
0
0

Randevu İstanbul, bu akşam gerçekleşecek açılış töreni sonrasında gösterilecek olan 12 Yıllık Esaret (12 Years A Slave) filmiyle açılışını yapıyor. Özge Ulusoy‘un sunuculuğunu yapacağı açılış töreni Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşecek.

Sufi Dönüşleri, Modern dans ile birleştiren dansçı ve kareograf ZİYA AZAZİ’nın “Dervish in Progres” performansının ardından izleyiciler Oscar’ın en güçlü adaylarından Steve McQueen İmzalı 12 Yıllık Esaret filmiyle ilk randevusunu gerçekleştirmiş olacak.

twelve Randevu İstanbul kapılarını açarken Onur Ödülleri de sahiplerini buluyor

Randevu İstanbul Onur Ödülleri

Açılış gecesinde takdimi gerçekleşecek geleneksel Onur Ödülleri kapsamında bu yıl ödül alacak isimler, yazdığı kitaplar ve sanat ve tarih kapılarını aşındırarak aktardığı her bilgiyle, genç nesillerin bilinçlenmesinde büyük katkı sağlayan ve hala da sağlamaya devam eden Prof.Dr. Mübahat Kütükoğlu, Türk edebiyatının usta bir kalemi olduğu kadar senaryolarıyla da Türk sinemasına hizmet etmiş bir yazar, Selim İleri.

Gazetecilik ile başladığı kariyerine, fotoğrafçılık, senaryo yazımı ve çektiği sayısız filmle devam eden ve hem gençlerin hem usta sinefillerin yakından takip ettiği “Reis Çelik” ve her sene bir sinema emekçisinin daha anıldığı festivalde, adları gün geçtikçe unutulan sinema emekçilerinden, Yeşilçam’ın sayısız filminde stüdyo sorumluluğu yapmış, Erkan Aktaş da Emek Ödülü’yle taçlandırılacak.

Ayrıca 16. Yılında Filistin Sineması’nı  “Özgürlük” temasıyla ele alan festivalin Onur Konuğu Filistinli YönetmenHany Abu Assad” ‘a da Onur ödülü takdim edilecek.


Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ı İçin Yarışacak 9 Film Açıklandı

$
0
0

16 Ocak 2014′te tüm adayların açıklanacağı 86. Akademi Ödülleri’nde ilk dönemece girildi, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ kategorisinde yarışacak filmlerin belirleneceği dokuz filmlik kısa liste açıklandı. Bu kategorinin ağır topları olarak görünen Gloria (Sebastián Lelio), The Past (Asghar Farhadi) ve Wadjda (Haifaa Al-Mansour) gibi filmler seçkide kendilerine yer bulamazken, Danis Tanovic’in An Episode in the Life of an Iron Picker‘ı ve Georg Maas’ın Two Livesı gibi sürpriz filmlere de yer verildi.

An Episode in the Life of an Iron Picker, Danis Tanovic (Bosna-Hersek)

Omar, Hany Abu-Assad (Filistin)

The Broken Circle Breakdown, Felix Van Groeningen (Belçika)

The Grandmaster, Wong Kar-wai (Hong Kong)

The Great Beauty, Paolo Sorrentino (İtalya)

The Hunt, Thomas Vinterberg (Danimarka)

The Missing Picture, Rithy Panh (Kamboçya)

The Notebook, János Szász (Macaristan)

Two Lives, Georg Maas & Judith Kaufmann (Almanya)

oscar Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı İçin Yarışacak 9 Film Açıklandı

Sinema Dergisi Okurlarına Veda Etti

$
0
0

19 yıllık yayım hayatı süresince birçok sinema yazarı ve birçok sinema okuru yetiştiren Sinema Dergisi, ‘Sabah’ grubunun Kalyon İnşaat grubuna satılmasıyla beraber yedi dergiyle birlikte kapatıldı. Derginin editörlerinden Müjde Işıl kararı şöyle duyurdu: “19 yıllık Sinema Dergisi, yönetim kararınca bugün itibariyle kapatıldı. Okurlarımıza şimdiye kadar verdikleri destek için teşekkür ederiz.”

Sinema Yazarları Derneği ise akşam saatlerinde yaptığı açıklamada Sinema Dergisi‘nin kapatılmasını şöyle değerlendirdi:

“19 yıldır yayım hayatımızda yer alan; sayfalarında 7. sanatı bütün renkleri ve sesleriyle okurlarına taşıyan ‘Sinema’ dergisinin kapanışından derin bir üzüntü duyduk.

Meslektaşlarımız son derece başarılı bir yayın organına imza atıyorlardı. Sinema yayımlarının toplam sayısının bir elin parmaklarını geçmediği bir zeminde yirmi yıla yakın bir süredir okuyucusuyla buluşan ve sektörel gelişime katkıda bulunan ‘Sinema’ dergisinin kapatılma kararının bu kadar hızlı alınmasının yayıncılık ve 7. sanat adına büyük bir talihsizlik olduğunu düşünüyoruz.

‘Sinema’ dergisinin kapatılması yayıncılık ve sinema camiası, emek verenler ve okurları için önemli bir kayıptır.”

Sinema, sinema yazarları ve sinema okurları üzerinde büyük emeği olan Sinema Dergisi’nin 19 yıllık geçmişi göz ardı edilerek birkaç saatte alınan bir kararla kapatılmasını Ekşi Sinema olarak kınıyoruz. Bu ‘rantsal dönüşüm’ hamlesini  ’düşünmek’ ve elbette ki ‘sinema üzerine düşünmek’ eylemlerine karşı yapılmış bir saldırı olarak görüyoruz. Dergiye her ay büyük bir emek veren ve hazırlamakta oldukları son sayının yayımına bile izin verilmeden dergileri lağvedilen arkadaşlarımızın sonuna kadar yanında duracağımızı belirtmek istiyoruz.

#SinemaDergisiKapanmasın

sinema dergisi Sinema Dergisi Okurlarına Veda Etti

Sinemada ‘Göç ve Dolaşım’ Semineri Kadir Has Üniversitesi’nde

$
0
0

St. Andrews Üniversitesi ‘Film Studies’ profesörlerinden Dina Iordanova, önümüzdeki Çarşamba günü Kadir Has Üniversitesi’nde herkese açık bir seminer düzenliyor. Etkinliğin ilgi alanı ise temel olarak sinema, medya ve sosyal bilimlerde göç ve dolaşım temsili…

Etkinlik Çarşamba günü Kadir Has Üniversitesi’nin Cibali Salonu’nda 17.00’de başlayacak ve 18.30’a kadar devam edecek.

kadir has Sinemada Göç ve Dolaşım Semineri Kadir Has Üniversitesinde

 

Nebraska (2013): Tekdüzeliğin Mizahı

$
0
0

Alexander Payne, 1996 yapımı Citizen Ruth’dan bu yana Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen isimlerinden biri olmayı başardı. Gerek eleştirel kitleden aldığı olumlu tepkilerle, gerekse ABD gişelerinde elde ettiği ve bir bağımsız için küçümsenmeyecek derecede başarılı rakamlarla edindiği bu statüsünü, Sideways, About Schmidt ve The Descendants gibi yapımlarla aldığı Oscar adaylıklarıyla korudu. Benim Payne sinemasıyla aram (aslında zamanında tadına doyamadığım Sideways de dahil olmak üzere) hep çekimser bir çizgide ilerlemiştir. Duygusal ve sosyolojik bazda, komplike karakter ilişkilerinden yola çıkarak anlattığı ve “acaba bu karakterlerle az buçuk dalga mı geçiyor, yoksa onları oldukları gibi mi yansıtıyor?” çelişkisinin yerleşik olduğu ironik öyküler aslında tam bana hitap edecek materyal sunadursun, Payne nedense samimiyeti konusunda kendimi hiç bir zaman ikna edememiş olduğum bir yazar/yönetmen, uzun lafın kısası. Son filmi -ve bu senenin Oscar adaylığı umutlularından- Nebraska, sanırım bu mesafeli duruşumu yeniden gözden geçirmem gerektiğini hatırlatan ve kendimi içerisinde yüzde yüz serbest bırakarak emin ellerde hissettiğim ilk Payne filmi. Tam olarak ne anlattığını bilen bir yazar/yönetmen takımının elinden çıktığını her şekilde hissettiren, dürüst ve duru bir film Nebraska.

nebraska 1 Nebraska (2013): Tekdüzeliğin Mizahı

Filmin öyküsü, kağıt üzerinde ancak kısa bir filmlik malzeme çıkarabilecek nitelikte görünse de mekana ve karakterlere yaklaşımındaki sabırlı ritmiyle, aynı zamanda Payne/Nelson ikilisinin detaycı ve incelikli gözlüğüyle, iki saati hiç sıkmadan, rahatlıkla dolduruyor. İlerlemiş olan yaşının ve bunun yanısıra hayat boyu alkol düşkünlüğünün sıkıntılarını çekmeye başlamış olan Woody Grant (harikulade bir Bruce Dern), postayla kendisine gelen ve sadece bir pazarlama ürünü olan ustaca yazılmış bir çekiliş mektubuyla, bir milyon dolar kazandığına inanır ve ödülünü tahsil etmek için yaşadığı eyalet olan Montana’dan, Nebraska eyaletinin Lincoln şehrine yürüyerek gitmeye karar verir. Kız arkadaşından yeni ayrılmış olan oğlu David (Will Forte); sürekli söylenen, güçlü ve çilekeş annesi Kate’in (bütün filmi kendine mal etmeyi başaran bir performansla June Squibb) abartılı itirazlarına rağmen, bunu babasıyla yeniden iletişim kurabilme fırsatı olarak görür ve Woody’yi kendisi götürmeye karar verir (ki Nebraska’nın önemli bir kısmı bu şekilde bir yol filmi aslında). İkili Lincoln’a varmadan Woody’nin kardeşinin ailesiyle oturduğu kasabaya uğramaya karar verir ve David’in kardeşi Ross’in (“Breaking Bad” hayranlarının hemen tanıyacağı Bob Odenkırk) ve anneleri Kate’in de aralarına katılmasıyla bütün aile yeniden bir araya gelir. Woody’in milyon dolarlık ödül haberinin kısa sürede yayılmasıyla Grant ailesi kasabanın kahramanları haline gelir; aynı zamanda bu vesileyle eski defterler, borçlar ve hesaplaşmalar da açılır.

İşlerin kilit noktasına gelmesiyle her Payne filminden bekleyeceğimiz, ancak genel anlamda alışılagelmedik, adeta sakar bir mizahın da dozu artmaya başlar. Bu daha önce dediğim “karakterlerle dalga mı geçiyor, yoksa onları oldukları gibi mi anlatıyor” kavramıyla el ele yürüyen bir mizah tarzı aslında. Payne beklenmedik diyaloglarda ve kişiliklerde mizah bulabilme konusunda usta gerçekten. Dolayısıyla aile fertlerinin kendi aralarında boş konuştukları sahnelerden tutun, paylaştıkları küçük sessiz anlarına kadar, her beklenmedik öğesiyle kahkahalarla güldürebiliyor sizi Nebraska. O kadar ki son derece depresif görünümlü bir orta Amerika tablosunda bile gülünecek malzeme bulabilmesiyle akla Coen Kardeşler’in Fargo’sunu getiriyor. Elbette ki Nebraska öykü olarak Fargo kadar karanlık değil; ancak bu küçük insanların başta komik gibi görünen dünyalarına bakıp, madalyonun diğer yüzünü düşünmemek ve az da olsa depresif bir hissiyata kapılmamak mümkün değil.

 nebraska 21 Nebraska (2013): Tekdüzeliğin Mizahı

Bu noktada belirtmek gerekir ki Payne aslen Nebraskalı ve bu yapıtı, Citizen Ruth, Election ve About Schmidt’in ardından bu eyalette geçen dördüncü filmi. Bunun üzerinde çok fazla durmanın gereksiz olduğunu düşünenler olabilir, ancak Nebraska “bildiğini anlat” söylemini; duruluğu, içtenliği ve her şeyden öte, birinci el gözlemleriyle o kadar net ispatlayan bir film ki bu noktada ayrı bir parantez açıp buna değinmek şart. Zaten bu güne kadar vermiş oldukları çeşitli röportajlarda hem Nelson hem de Payne bu yöreyi, bu insanları iyi tanıdıklarına ve filmde geçen bir takım anektodal sahneleri bizzat görmüş ve yaşamış olduklarına defalarca değindiler. Özellikle Nelson, Collider ile yaptığı röportajında ailesinin Midwest’lı (Amerika’nın Orta-Batısı) olduğunu ve Bruce Dern’in canlandırdığı Woody karakterini kendi babasından esinlenerek yazdığını belirtmişti. Nebraska filminde aslında Alexander Payne’in yazar olarak adı geçmiyor. Ancak yine verdikleri röportajlarda belirttikleri üzere Payne senaryo gelişimi aşamasında Nelson’a çeşitli revizyonlar ve notlar vermiş, kendi dilinden sahneler eklemiş; bu doğrultuda değişiklikler yapmış.

Stüdyonun bütün itirazlarına rağmen Payne ve daha önce de birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Phedon Papamichael’ın ısrarlarıyla Nebraska önceden planlandığı üzere siyah-beyaz çekilmiş. Siyah-beyaz karelerin getirdiği fotografik nostalji, Orta Amerika’nın düzlüğüyle (ya da tekdüzeliğiyle) ve özellikle de çoğu yaşlanmakta olan kasaba ahalisinin yaşam temposuyla çelişmeyen, aksine bu unsurları ahenkle besleyen bir atmosfer yaratıyor. Öyleki kimi zaman çoktan sona ermiş bir devire ait bir fotoğraf albümüne bakıyormuşsunuz hissini uyandırıyor Nebraska, uzun planları ve mekanı içine sindiren kadrajlarıyla. Filmin siyah-beyaz çekilmiş olması, beklenmedik bir şekilde, filmde yüksek dozda bulunan drama-mizah ikilemiyle de mükemmel bir uyum yakalıyor aslında. Öyle ki Woody’nin ve tüm ailenin bütün huysuzluklarına rağmen, öykünün masumiyeti ve görüntünün sadeliği o dünyaya çekiyor sizi ve piyangonun sahteliğini bilmenize rağmen “ya çıkarsa” dedirtiyor.

Tomris Laffly

***

Yönetmen: Alexander Payne

Senaryo: Bob Nelson

Oyuncular: Bruce Dern, Will Forte, June Squibb, Bob Odenkirk

Yapım: ABD, 2013

Süre: 115′

***

Something in the Air (2012): Devrim Havasında Büyümek

$
0
0

Devrim filmlerinin arasına hep aşk hikâyelerinin sıkıştırılıyor olmasının tek sebebi politikanın sıkıcı olması olamaz. Aşk tanımı gereği ikircikli yapıda olan bir kavramdır. Aşk hem bağlılık hem özgürlüktür. Dolayısıyla aşk örgütlenmektir. Özgürlük için çabalarken doğan, bağlı olma ihtiyacıdır. Devrim filmlerinin vazgeçilmez baharatı aşk oluverir bu sebepten. Devrimin ruhunu yaşayamamış izleyici aynı tutkuyu, acıyı ve bağlılığı aşktan hisseder. Aşk devrim filmlerinin katalizörüdür. Apres Mai (2012) Olivier Assayas’ın kendi gençlik hikâyesinden yola çıkarak, 68’ sonrasında ortaya çıkan baş edebilme yollarını betimlediği bir film. Anakarakterimiz Gilles’e dayanarak rahatça söyleyebiliriz ki Apres Mai ‘kafası karışık bir film’. Aynı anda, olan her şeyi anlatma arzusu ne yazık ki hiçbirine odaklanamamıza sebep oluyor. Kendilerini, 68’de doruk noktasına ulaşmış Fransız işçi ve öğrenci eylemlerinin mirasçısı olarak gören genç ve ateşli karakterlerimiz dönemin ayyuka çıkan tüm hareketlerini parça parça deneyimliyorlar. Yönetmenin bir nebze, nostalji özlemine ket vurma arzusundan da kaynaklanabilecek olan bu aşırı-çeşitlilik ne yazık ki izleyiciye kafa karışıklığından başka bir hissiyat geçiremiyor. Peşi sıra ‘ressam bohemliği’, ‘devrim tutkusu’, ‘gençlik romantizmi’ ve ‘sinema aşkı’nı tadan baş karakter Gilles’i, dolayısıyla da Gilles’in takibinde olan izleyiciyi tabir-i caizse yersiz yurtsuz bırakıyor.

apres Something in the Air (2012): Devrim Havasında Büyümek

Film boyunca dönemin ruhuna eşlik edebildiğimiz öğeler ne yazık ki kostüm, mekanlar ve aksesuarlar ile sınırlı kalıyor. Bunun en büyük sebebi filmin tüm zeminini oluşturan siyasi olayların, önü arkası olmadan sunulmuş olması. Elimizde birkaç sahnede geçen konuşmalar dışında olayların 68 dönemi ile olan devamlılık ilişkisine dair hiçbir veri yok. İçinde bulundukları şiddet eylemi sonrasında Fransa’dan uzaklaşmak zorunda kalan karakterlerimizin karşılaştığı hippi grubunun nereden geldiği, neden böyle bir tavır geliştirdiği, neye tepki/tepkisizlik olduğunu ise yönetmen tamamen izleyicilerin bireysel bilgi dağarcıklarına bırakmış. O dönemde sanatçı olmanın zor mu kolay mı olduğunu hiç bilmiyoruz. Dolayısıyla karakterimiz Gilles’in nasıl bir yola girmeye çalıştığını tahlil edemiyoruz. Bu da karakteri bizim için soyut olgular peşinde koşan bir hayalperestten öteye götüremiyor. Devrim ruhunu, heyecanını ve asiliğini ilk yarım saatte terk ediyoruz. Dolayısıyla takip edebileceğimiz başka bir dal arıyoruz. Derken karşımıza Fransız kadınının görsel tanımı olan Laure çıkıyor. Tam da retro modasına kendimizi kaptırdığımız şu günlerde Laure (pek tabii Gilles ve Christine de) görsel fetişlerimiz haline geliyor. Bakmaya doyamıyoruz. Biraz daha bakmak istiyoruz fakat Laure gidiyor. Filmdeki devrim ruhu bizi nasıl terk ettiyse, Laure de, Gilles ile olan seyirlik ilişkilerini terk edip gidiyor. Filmin belki de en güzel anlarından bir tanesi. Yönetmen karakteri öyle özene bezene yaratmış ki, bir şekilde her an gidebileceğini hissediyoruz. Laure’nin gitmesi izleyici için bir yıkım olmuyor. Hani aşk bağlılıktı diyenler için Laure yine aşkının, özgürlüğünün, peşinden gitmiş oluyor. Gilles ise zaten hep Laure’nin özgür oluşuna aşık olduğundan aşkının büyüyüşünü izlemiş oluyor. Gilles için Laure her zaman içerisinde büyüttüğü ancak asla dışarı salamadığı özgürlük aşkına tekabül ediyor.

apres mai 2 Something in the Air (2012): Devrim Havasında Büyümek

Gilles’in Christine ile olan ilişkisi kendini kontrol etme güdüsünü çok daha fazla ortaya çıkarıyor. Christine ile İtalya’ya gitmemesinin altında gitmek istememesinden fazlası yatıyor. Gilles özgürlük kisvesi altında yaşanması gereken hayatı seçen bir karakter. Dolayısıyla Gilles’in özgürlük tanımı da çok basmakalıp. Bu açıdan ele alındığında Gilles’in deneysel sinemaya, müziğe ve resme olan ilgisi bir tesadüften fazlası. Özgürlük tanımını kalıplarda aramanın bedeli ise bilim kurgu setinden çıkıp deneysel film izlemeye gitmek olarak geri dönüyor karakterimize. Hatta Gilles’in Laure’ye olan aşkı bile bu deneysellik ve özgürlük ilişkisi içerisinde kıymetli. Hayallerinin, inançlarının, tutkularının ve ideallerinin peşinden gitmenin mutluluğun kaynağı olduğu söylenilegelmiş. Hal böyle olsa filmin sonunda tüm karakterlerimizin mutlu olması gerekirdi. Öyle ya da böyle her biri kendi seçimlerinin sonuçları ile boğuştular. Filmin başında karakterlerin mutsuzluğunu, dönemin üzerlerinde dolaştırdığı kara bulutların gölgesi zannederken sonlara doğru çok daha bireysel problemlerle çatıştıklarını idrak ettik. Karakterlerin asıl sorunu özgürlüğün ne olduğunu bilmeden aramaya çalışmalarıydı. İstedikleri şeyleri hangi koşullar altında belirlemişlerdi, yaşadıkları hayat ne kadar onlarındı?

Apres Mai bir devrim filmi değildi, aşk filmi de değildi. Bu yüzden bahsettiğimiz tüm tutkular ve bağlılıklar yoktu bu filmde. Bu filmin devrimini de anlayamamış, aşkına da kendimizi kaptıramamıştık. Zaten film, böyle okumayı seçenler için vasatın üzerine çıkamazdı elbet. Apres Mai mutluluğun, özgürlüğün ve seçimin tanımını ararken tüm bu kavramlardan yabancılaşmış ve bu varoluşsal curcunada kaybolup kendilerini tutunabildikleri her şeye adamış bir grup gencin filmi. Bu devrim sonrası düş kırıklığı olarak tanımlanamayacak kadar büyük, eski ve evrensel bir sıkıntı. Gilles’in Laure’den sonra Christine’le beraber olmasının, Pollockvari atışlarından sonra  müzik gruplarına video şovlar hazırlamasının, hiç bırakamadığı Fransa’dan bir anda ayrılıp Londra’ya gitmesinin arkasında maymun iştahlılıktan fazlası yatıyor.

Büyümek zor zanaat. Hele de devrim sonrası gibi her şeyin yeniden yeşermek istediği dönemlerde…

***

Türkçe Adı: Direniş Günlerinde Aşk

Yönetmen: Olivier Assayas

Senaryo: Olivier Assayas

Yapım: Fransa, 2012

Oyuncular: Clément Métayer, André Marcon, Lola Créton, Carole Combes

Süre: 122’

***

Beste Yamalıoğlu

Viewing all 705 articles
Browse latest View live