Henüz 1960’larda sinema henüz hikayelerini tüketmemişken Fransa’dan çıkan bir dahi ‘başka türlü bir sinema denemeye’ başlamıştı. Yıl 2014 oldu, o dahi hala deniyor. Jean-Luc Godard’ın inadına, sabrına ve sinemasal kimliğine şapka çıkarmamak çok zor. Zira kendi oluşturduğu sinema diline bile defaatle veda eden, geçmişi mazide bırakıp sadece önüne bakan ve yeni devrimleri üzerinde akıl yürütmek dışında hiçbir alışkanlığına tutulmayan bir yönetmen var karşımızda. Goodbye to Language (Dile Veda) da hem adı hem de içeriğiyle ‘dile veda’ ederken Godard’ın yeni sinema’sından nasibini alıyor ve parçalarını bir araya getirmenin oldukça zor olduğu bir yapbozu izleyicisine cesaretle temin ediyor.
Sayamadık kaçıncı kez, yine herhangi bir sinopsisi ya da örgüsü olmayan bir Godard filmiyle karşı karşıyayız. Goodbye to Language‘da da sadece imgeler, monologlar ve bu monologların izleyici algısıyla bütünleştiği anlardan fazlası yok. Yani, Godard’ın yeni filmi, dramatik yapıdan yoksunluğu itibariyle örneğin Film Socialisme (Sosyalizm) ya da 3x3D’nin “Three Disasters” segmentinden farklı değil. Filmin, yönetmenin bütün kariyeriyle paralellik taşıyan tarafları ise “iletişimsizlik”, “faşizm”, “doğa” ve “tanrı” gibi mefhumlar üzerinden konumlandırılabilir. Kısacası Godard’ın Avrupa’yı anlama ve deşme arzusu ısrarla sürüyor; ancak yönetmen bir süredir kimsenin aklına gelmeyecek metotlar kullanıyor.
Godard filmini önce epizodik olarak parçalıyor. Hemen sonrasında ise bu epizodik anlatımı yıkarak hayatta kalma kısır döngüsünde ‘epizodik anlatım’ın pek de mümkün olmadığını ilan ediyor. Film, dönüşümlü olarak üç başlık altında geziniyor: “Doğa”, “Metafor”, “Tanrı”. Bu satırbaşından filmin dünyasında doğanın bir tanrı metaforu olduğunu (ya da tam tersini) çıkarmak pek mümkün. Ancak bunu filmin zor kilidinin anahtarı olarak görmek de bir o kadar imkansız. Zira büyük bir iletişimsizlik sarmalında havada uçuşmakta olan ve tez-antitez-sentez üzerinden bir diyalektiğe alan açma potansiyeli taşıyan yüzlerce alıntıyı düzenden yoksun bir lunapark gezisine çıkarıyor.
Nazizm Avrupası’ndan günümüze ulaşan bir kronolojide canlıyı çevreleyen kaosu iki kişi üzerinden masaya yatırıyor. “Doğa” (tanrı) ile materyalizm (dünyevi hayat) arasına sıkışmış olan bir köpeği ise filmin en kalıcı imgesi haline getiriyor. Bir adam ve başka biriyle evli bir kadın durmaksızın konuşuyorlar; ancak karşılıklı sarf ettikleri cümleleri asla bir diyalog haline getiremiyorlar. Zira Godard’a göre artık bir diyalog kurmak ve gerçek anlamda ‘anlaşmak’ mümkün değil. Edebiyat ve bilim tarihinin birçok önemli yazarının cümleleriyle bir şekil kazanan (daha doğrusu, bir şekil kazanmayı büsbütün reddeden) filmin en temel çatışması ‘dünyevi’lik üzerine. Örneğin filmin kadın karakteri insanlık tarihinin en büyük icadını “Seks ve ölüm” olarak nitelendirirken erkek karakter bu soruya “Sonsuzluk ve sıfır” cevabını veriyor. Yani, bir tarafta doğa (tanrı) icadı olan iki kavram; diğer tarafta ise insanın dünyanı anlamak için yarattığı, sanal iki kavram var.
Bütün bu anlam-anlamsızlık sarmalının yanında Godard’ın devrimci tavrını 3D teknolojisine taşıması ise ayrı olarak heyecan verici. 3D teknolojisiyle film yapan Godard’ın sinema seyircisine büyük bir sürprizi var. Öyle bir sürpriz ki muhtemelen bundan sonra popüler sinema yapma gayretindeki birçok film tarafından dahi hunharca kullanılacak ve tecrübelerimiz bizi yanıltmıyorsa bir “Godard icadı “olarak anılacak. Goodbye to Language, bu tarafıyla Godard’ın son dönemine ayak uyduramayanlar için bile bir davet sunuyor aslında. Algınızı bükecek, sinema perdesinin büyüklüğünü tam anlamıyla iki katına çıkarak çıkaracak muhteşem bir buluş bu.
Jean-Luc Godard’ın yılmaz inadına tekrar şahit olmak, 3D üzerine ‘düşünen’ bir yönetmenle nihayet karşılaşmak ve bir filmden ziyade bir deneyim olan Goodbye to Language‘ı perdede yaşamak için Filmekimi ve Altın Portakal son şansınız olabilir. Malumunuz, bugünlerde 80 yaşını aşmış devrimci bir sinemacı bulmak pek kolay değil.
Kaan Karsan
kaankarsan@gmail.com