3 Mart Pazartesi sabahı, bizler uykusuz geçmiş bir gecenin yorgunluğu ve sürprizsiz bir Oscar törenin sıkıcılığı nedeniyle esnerken, Matthew McConaughey de Dolby Tiyatrosu’nun (eski adıyla Kodak Tiyatrosu) sahnesinde şu ana kadarki oyunculuk kariyerinin zirvesini yaşıyordu. Beklendiği üzere, “Sınırsızlar Kulübü”ndeki (Dallas Buyers Club) performansıyla En İyi Erkek Oyuncu ödülüne ulaşan McConaughey’nin yaptığı teşekkür konuşmasıysa, özellikle sosyal medyada, gözle görülür bir tepki çekti. Filmde HIV+ tanısı konan bir adamı canlandıran aktörün, uzun uzadıya Tanrı’ya teşekkür ettiği bu iki dakikanın bir köşesine bile AIDS salgınında hayatını kaybedenleri sıkıştırmamasına sinirlenenlerin sayısı az değildi. Haksız bir eleştiri sayılmaz ama “Sınırsızlar Kulübü”nün bu açıdan yeterli duyarlılığa sahip olduğunu iddia edebilir miyiz ki?
Filmi eleştirmeye geçmeden önce, şu Oscar meselesiyle biraz daha vakit kaybetmekte fayda var. Zira filmin hikâye dünyasının bütünüyle dışındaki ödül hezeyanı, aslında içeriğine de birebir uyuyor. “Sınırsızlar Kulübü”ndeki performanslarıyla bu yıl dağıtılan hemen hemen bütün önemli ödülleri toplayan Matthew McConaughey ve Jared Leto’nun, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dallarında Oscar’a uzanmasına da kesin gözüyle bakılıyordu. Nedeniyse çok basit; Amerikalılar ve doğal olarak Amerikan sinema endüstrisi başarı hikâyelerini sever. O pek mühim ödüllerin yanına eklenecek potansiyel manşetler istenir. McConaughey ve Leto’nun da bu anlamda basına yeterince malzeme verdiklerini söyleyebiliriz. Yıllarca ağırlıklı olarak romantik komedilerde rol alan McConaughey’nin, dramatik açıdan daha girift rollere kayarak kariyerini yeniden inşa etmesi son iki yıldır Hollywood’un ve magazin basınının en sevdiği konulardan. Hatta geçen yıl “Magic Mike” ile Oscar’a aday olamadığında bile “Nasılsa önümüzdeki yıl ‘Sınırsızlar Kulübü’ ile kazanacak” deniyordu. Henüz filmi izleyen yoktu ama McConaughey’nin rolü için 21 kilo zayıflaması bu erken tahmin için yeterliydi. Jared Leto da yıllarca yeterince ciddiye alınmayan bir aktör olarak kalmış, en nihayetinde kendini müziğe adayarak sinemaya ara vermişti. 5 yıl sonra “Sınırsızlar Kulübü”yle tekrar kamera karşısına geçtiğinde bir transı canlandırıyordu ve o da az buz değil, 14 kilo zayıflamıştı. Her ikisinin de kötü oynadığını söyleyemeyiz ama kazandıkları ödüllerde performanslarının iyiliğinden çok hem canlandırdıkları rollerin hem de bu hikâyelerin etkileyiciliğinin payı olduğu kuşkusuz. Bir de filmin makyaj ekibine giden üçüncü Oscar var. Bu konuyla ilgili olarak da sık sık şu cümlenin sarf edildiğine şahit olmuşsunuzdur: “Bütçeden makyaja ayrılan miktar sadece 250 dolarmış, inanabiliyor musunuz?” Evet, inanıyorum. Fakat tüm bu hikâyelerin, ortaya çıkan işin düzeyinin önüne geçerek, bir sürü övgü ve ödülü beraberinde getirmesini anlamıyorum. Fakat ne demiştik? Amerikalılar başarı hikâyelerini sever. Hem bu yılki Akademi Ödülleri’nin teması da ‘kahramanlar’ değil miydi?
Özellikle Amerika’da pek beğenilen “Sınırsızlar Kulübü” de tipik bir başarı öyküsü. Gerçek olaylardan esinlenen bu filmde, AIDS olduğunu ve sadece 30 gün ömrü kaldığını öğrenen kumarbaz rodeocu Ron Woodroof’ın, illegal yollarla ulaştığı ilaçlar sayesinde 7 yıl daha yaşamasını ve bu ilaçları diğer hastalara da satarak bir iş adamına dönüşmesini izliyoruz. Başka bir deyişle; bir diğer doğru zamanda, doğru yerde, doğru kararı alarak her Amerikalı ‘sınırsız’ yükselebilir hikâyesi… Amerikan rüyasının bir kez daha teyidi. Buradaki hassas noktaysa ‘gerçek olaylar’ kısmı. Elbette gerçek olaylardan esinlenen kurmaca filmler veya biyografilerde yeri geldiğinde bazı değişiklikler yapılmasına itirazımız olamaz. Kurmacanın doğası bunu gerektirebilir. Ancak yapılan değişikliklerdeki niyetin ne olduğu da önemli.
Akademi Ödülleri’ne dönersek, Kuir sinemanın en önemli yönetmenlerinden Bruce LaBruce, bu yılki Oscarların dağıtılmasından birkaç gün önce Twitter’da ‘Yeni Oscar Kategorileri’ diye bir hashtag başlattı. Bunlardan birisi de “Yaşanmış bir olaydan esinlenen ama daha kolay pazarlanabilir olmak için son derece önemli tarihsel gerçekleri çarpıtan en iyi film”di. “Sınırsızlar Kulübü”nü mü kastediyordu bilmiyoruz ama öyle varsaysak kimseye haksızlık olmaz. Zira “Sınırsızlar Kulübü” AIDS tedavisinin yaygınlaşması ve maddi açıdan daha kolay ulaşılabilir hale gelmesinde sivil toplum örgütlerinin, gönüllülerin, düzenlenen sayısız kampanya ve gerçekleştirilen onca eylemin etkisini neredeyse yok sayıyor. 80li yıllarda AIDS hastalarının tedavi amaçlı alternatif ilaçlara, piyasadaki muadillerinden daha uygun fiyatlarla ulaşmasını sağlayan ‘alıcı kulüpleri’nin mucidi Woodroof gibi gösteriliyor. Eğer gözünüzü kırparsanız, montaj sekans olarak geçen kısacık bir sahnede, bu fikre gazetede okuduğu diğer haberlerden esinlenerek ulaştığını kaçırabilirsiniz. Tıpkı bir sahnede araya sıkıştırılmış olan, başka bir ‘alıcı kulübü’nden bahsedilen repliği kaçırabileceğiniz gibi. Eylemler demiştik… Onlar da bir karakter televizyon izlerken, bir haberin içerisinde kısacık gözükmekteler.
Peki “Sınırsızlar Kulübü” bunu neden yapıyor? Çünkü tek adamın hikâyesi olmak istiyor. Çünkü Amerikan sinemasında yıllardır allanıp pullanan ve ‘kolayca pazarlanan’ kahramanlık hikâyeleri içerisinde kolektif bir başarıya yer yok. Elbette bu mantığa göre kolektif başarılar gibi kötülüğü de bireyselleştirmek gerek. AIDS tedavisinin yaygınlaşmasını yıllarca engelleyen muhafazakâr hükümetlerin bu filmde bahis konusu olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz (bir diğer gözünü kırparsan kaçırırsın vakası; bir sahnede arkadaki duvarda yüzüne çarpı atılmış Reagan posteri var). Onun yerine, FDA’in (yani ‘Amerika Gıda ve İlaç Dairesi’) Woodroof’un önünü sürekli kesmeye çalışan bir memura, acımasız ilaç şirketlerinin birkaç patrona, o ilaç şirketleriyle kol kola ilerleyen sağlık sektörünün de karikatür bir başhekime indirgendiğini göreceksiniz.
En nihayetinde Woodroof, tedavisi için etkili olduğunu düşündüğü ilaçlara yasal yollardan ulaşabilmek için açtığı (ve hâkimden gördüğü desteğe rağmen kaybettiği) ‘örnek’ davadan döndüğünde, yıllardır sırtlarından para kazandığı AIDS hastalarınca bir kahraman gibi alkışlanır. Sıradan bir adamın serbest piyasa ekonomisinin koşullarını kullanarak zenginleşmesini, sınıf atlamasını, onun ‘ticari zekâsı’nı kutsamak istiyorsanız yine işin kolayı var. Tanıdıklarının iddia ettiğine göre, gerçek hayatta eşcinsellerle hiçbir sorunu olmayan Woodroof’ı bir eşcinsel düşmanı olarak gösterirsiniz. Yanına kurmaca trans bir karakter ekler ve onu dramatik şekilde öldürürsünüz. Bunu gören Woodroof, filmin son çeyreğinde vicdan sahibi olur ve parası çıkışmayanlara da ilaç verir, eşcinsellere hakaret etmeyi bırakır. O artık AIDS tedavisi mücadelesinde bir kahramandır. Alkışlar patlar, gözyaşları sel olur…
Bir hikâye anlatmak ve dramatik çatışma yaratmak için en kolay yöntemleri seçen, bunun için gerçekleri çarpıtmak veya yok saymakta beis görmeyen, seyircinin zekâsını, bilgisini ve daha da önemlisi vicdanını hiçe sayan filmlerden artık sıkılmadık mı? Bu kadar sorumsuzca bir tavır takınan “Sınırsızlar Kulübü”nün, “Geniş kitlelere ulaşacak bir film AIDS’ten bahsediyor” bahanesiyle göklere çıkarılmasını garipsemiyor muyuz? (Ufak bir not, “Longtime Companion” çekildiğinde sene 1989′du!) Kimse kusura bakmasın ama başarı hikâyelerine aşırı düşkünlük bile “Sınırsızlar Kulübü” gibi sıradan bir filmin ‘sınırsızca’ şişirilmesini açıklamak için yeterli değil.
*Mevcut adaylar arasında En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde en beğendiğim performansın Leonardo DiCaprio’ya, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinde en beğendiğim performansın da Jonah Hill’e ait olduğunu ekleyeyim.
Engin ERTAN
***
Türkçe Adı: Sınırsızlar Kulübü
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
Senaryo: Craig Borten, Melisa Wallack
Oyuncular: Matthew McConaughey, Jared Leto, Jennifer Garner, Denis O’Hare
Yapım: ABD, 2013
Süre: 117′
***