32. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışması’nın açık ara en çok konuşulan ve Altın Laleli filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi’nin yönetmeni Onur Ünlü ile uzun uzadıya söyleştik. Onur Ünlü bize filmini, sinemayla olan ilişkisini ve çok konuşulan ‘dağıtım’ meselesini anlattı. Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi şehrinde ve okulunda ağırlamak isteyenlerin ismail@eflatunfilm.net adresiyle iletişime geçmesi gerekiyor. Keyifli okumalar diliyoruz.
Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’nden sonra bir şeyleri değiştireceğinizi söylediniz ve değişti de. Nasıl bir karardı ki bir anda değiştirdi bir şeyleri?
Bu bir sürecin getirisiydi. Verdiğim bir karardan ziyade, hissettiğim bir şeydi. Üstüste filmler yaptım, farklı şeyler denedim. Benim için bir şeylerin bittiğini anladım. İçinde bulunduğum bu odanın her yerini kullandım ve yeni bir odaya geçeceğimi hissettim. Nitekim öyle de oldu. Şimdi yeni bir yerdeyim. Bundan sonra ne olur bilmem mümkün değil. İki farklı şey yapabilirsiniz. Birincisi belirli bir film dili oluşturup onu derinleştirirsiniz. Birbirine benzeyen ama gittikçe kendi içinde derinleşen filmler yaparsınız. Bir de öz olarak birbirine benzemekle birlikte yeni ve farklı şeyleri deneyebilirsiniz. Ben kendimi ikinci tarafta gördüğümü söyleyebilirim. Bir filmin diğerine benzemesi fikri beni her zaman ürkütür. Dolayısıyla her seferinde deniyorum. Mesela bu filmi siyah beyaz çekmemizin ardından bütün filmler siyah beyaz çekilmeliymiş gibi geliyor. Bugüne kadar nasıl siyah beyaz film çekmediğimize şaşırdık ve “bundan sonra nasıl siyah-beyaz bir film çekmeden devam ederiz” gibi düşündük. O an öyle bir düşünce geliyor. Hemen yeni bir film çekecek olsak siyah-beyaz yapmak isterdik onu da. Zamanla insanın hisleri ve fikirleri değişebiliyor. Celal Tan zamanında bunu hissedebildim. Celal Tan o an için biçimi zorlayabileceğim son noktaydı. İşi neredeyse iyice karton bir yere çekmeye kadar çalışmıştım. Senaryoyla ilgili denediğim şeyler oldu ve böylece bitti bu durum. Kafamdaki şeyleri büyük ölçüde başardığımı da düşünüyorum Celal Tan’da.
Sürekli yeni bir şeylere yönelme hali zor olmalı. Sen Aydınlatırsın Geceyi’den konuşalım. Mesela sadece bu filmi siyah-beyaz yapma fikri bile riskli değil miydi?
Biz bu durumu sette fark ettik. Leyla ile Mecnun diye bir dizi yapıyoruz ve dizi popüler… O tatta bir şey yapıp birçok insana ulaşabiliriz. Bunun üzerine gidebilirdik. Ama biz Akhisar’a gidip siyah-beyaz anlamsız bir film yapmaya karar vermiştik. Sete gittiğimizde “biz niye yapıyoruz lan bunu” dedik. İşin bu kısmını hiç düşünmemişiz yani. Sadece biz bunu yapmak istiyoruz demişiz ve bunu yapmaya başlamışız. Akli bir süreç değil bu, tamamen hissi bir şey. Bu çok hoşuma giden bir şey, inşallah bende hiç değişmez.
Sen Aydınlatırsın Geceyi en başından beri endişe hissi üzerine kurulu bir film olsun istediniz değil mi? Filmin başında görünen ‘İnsan endişeden yaratılmıştır’ cümlesi de yalnızca filmin hissine koşut gitsin diye değil, gerçekten düşünüyorsunuz…
Evet. Endişe üzerine kurulu olsun, biraz da melankolik bir film olsun istedim. Melankoli üzerine bir film değil, melankolik bir film yapmak istedim. Belli açılardan başardığımı düşünüyorum. İnsanın endişeden yaratıldığına inanıyorum, evet. Dünyada olmamız kendi başına bir endişe sebebi. İnançlı olsan da inançsız olsan da öyle. İster Allah’a inan, istersen çay bardağına. İnan ya da inanma. Kim olursan ol, sürekli bir endişe tarafından kemiriliyorsun. Bu temel durumumuz ve bunu hiçbir zaman aşamayacağız. O açıdan baktığımızda daha da üzerine gidilebilir, film daha sert bir şey olabilirdi. Fakat daha tatlı bir seviyede gitisin istedim.
Bazı komik sahnelerde tam anlamıyla gülemediğimiz bile oldu bu melankoli nedeniyle. Filmdeki komik anlar da aslında hüznün getirisiydi. Gülmemizi mi beklerdiniz? Gülemeyerek hata mı yaptık?
Ben daha çok seyircinin ne yapacağını bilememesi fikri üzerinde durdum. Mesela hap içtikleri sahne… Müthiş bir çaresizlik var orada. Bitmişlik, dibe vurmuşluk… Onlar açısından çok acıklı, dışarıdan bakıldığında komik. İkisi birleşince tuhaf bir duygu çıkıyor ortaya. Bu ne senaryoda ne de oyunculuk performansları esnasında aktarılması kolay bir duygu değil. Aynı şekilde sahneyi çekip de filmin parçası haline getirdiğinizde de kolay değil. Zor, ama başarıldığında çok kuvvetli bir duygu olduğuna inanıyorum. Biraz cesaret istiyor sanki. Gülmenin ne olduğu üzerine çok düşündüm bu esnada. Niye gülüyoruz? Tam olarak anlamlandıramadığımız şeylere gülüyoruz biz. Anlayamadığımız şeyden korkmuyorsak, ona gülüyoruz. Bu filmde ve yapmaya çalıştığım diğer filmlerde de genel olarak durum böyle. Seyirci ilk anda durumu adlandıramıyor, gergin anlar yaşanıyor belki. Bu durum çok hoşuma gidiyor. Bunun üzerine gitmeye çalışıyorum. Ama bu filmde bunu biraz daha geride tutup işin acıklı tarafının üzerine gittiğimi söyleyebilirim.
Karakterlerin hüzün duygusunu tetikleyen tarafına gelecek olursak… Ortada duvarların ardını görebilmesine rağmen en yakınındaki insana güvenemeyen bir başkarakter var. Parmaklarıyla kurşun sıkabilen ama bu gücü nedeniyle istismar edilip tetikçi olarak kullanılan bir yan karakteriniz var. Ya da nesneleri hareket ettirebilmesine rağmen kendisine uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddetten kaçamayan bir kadın karakter var mesela. Bu kadar güç, bizi güçsüz mü kılıyor?
Evet. Kendimizi yeterince bilmezsek düşeceğimiz durum budur. Hayat tarafından istismar ediliriz. Dolayısıyla insanın kendi olanaklarını tanıyabilmesi, yolun en başında yapması ve hayatı boyunca devam etmesi gereken bir şey bana göre. Kendi olanaklarımızla ilgili sıkıntılarımız var. Ya yeterince değer vermiyoruz ya da haddinden fazla kıymet biçiyoruz. Sürekli bir ıskalama halindeyiz. Bu sıkıntı da total olarak sistemin işine gelir her zaman, çünkü seni bu şekilde kullanır. Ellerinle ateş edebiliyorsundur ve ne yapacağını bilmiyorsundur. Bir mafya gelir ve seni tetikçi yapar. Çok yetenekli insanlar saçmasapan gazetelerde, dergilerde ya da televizyonlarda değerlerinin çok altında şekillerde işler yapar. Tam tersi, kıymetlerinin çok üzerinde yerlere çıkanlar da var. Bu tamamen kendini bilmemekle ilgili bir mevzu. Filmi yaparken bunu bu şekilde düşünmemiştim ancak rahatlıkla böyle bir şey söylebiliriz.
Diğer filmlerinizde olduğu gibi bu filmdeki karakterler de suç işleseler dahi naif olduklarından yapıyorlar, suçları bile naifliklerinden ileri geliyor sanki. Bir de çok zeki olmamaları durumu var.
Doğru olabilir, hiç düşünmemiştim bunu. Onları ya da kendimi aklamak için söylemiyorum ama özleri itibarıyla iyi insanlar sanırım. Biraz sersemler ve bu sersemlik hoşuma gidiyor. Bu da ortalama insan sersemliği bence. Hepimizi topladığında ortaya çıkan sersemlik. Karakterler de ortalama insanı temsil ediyorlar. İnsanların kötü olduğunu düşünmüyorum demek ki. Kötülük yapıyorlar ama özünde kötü değiller; sadece bir sebepten ötürü kötüleşebiliyorlar. Mesela karısını dövüyor ve hemen pişman oluyor; ardından daha saçma bir şey yapıyor ve yine pişman oluyor. Ben de biraz böyleyim sanırım, karısını dövmek kısmı dışında bana benziyor yani. (Gülüşmeler)
Filmin fantastik tarafını konuşalım… ‘Fantastik’lik beklenenin aksine gerçekliği güçlendirmek için kullanıyor. Büyülü gerçekçilik gibi. Marquez, Vian ya da Paul Auster’dan etkilenir misiniz?
Marquez’den etkilenebilmelyi çok isterim, kim istemez. Ama mesela Chagall’ın kasabanın üstünde sevgilisyle uçtuğu meşhur tablosunu gördüğümden beri o tabloyu çekmek istedim hep. Oradaki şey müthiş bir durum. Gerçeklik değil de, inandırıcılıkla ilgileniyorum daha çok. Gerçeklik başka bir şey ve bir seyirci olarak sıkılmaya başladım bu gidişattan. Çok gerçekçi filmler gördük, her şey çok gerçekçi. Artık bıkıyoruz belki de bunlardan. Soru neydi yahu? (Gülüşmeler) Evet, büyülü gerçeklik biraz iddialı olur benim için şu noktada. Böyle bir damar var ve evet bundan etkileniyorum. Hoşuma da gidiyor. Bu anlatma biçimi, yani birinin elini kaldırıp silah olmadan ateş edebilmesi ihtimali bana mantıksız gelmiyor. Bence olabilir. “Eğer olursa ne olabilir” tarafını merak ediyorum. Bir insan eliyle ateş edebiliyorsa bir diğeri görünmez olabilir. O zaman başka bir evren kuruluyor kendi kendine. İnsanla ilgili bir şey yakalayabiliyorsan uçulur da kaçılır da. Bunu yakaladığımızda gerçeklik duygusu geçiyor seyirciye. Seyirci ikna olur, bu adamın gerçekten var olduğuna inanmaya başlar. Tamamen seyirciyi ikna etme meselesidir senin kurduğun evren. Bu açıdan da bu filmin seyirciyi ikna edebileceğini düşünüyorum.
Cemal’in Akhisar’da sıradanlaşan bu olağanüstü duruma bir itirazı var sanki. Başka türlü bakıyor olup bitene. Oradaki sistemin bozuk çarkı mı?
Evet olabilir. Büyük ihtimalle yaşadığı travma, ona başka şekilde düşünmeyi öğretti ve Cemal o evrene yabancılaştı. “Bu kadar büyük bir acıyı yaşamanın ne anlamı olabilir “ diye düşünüyor, “neden buradayız, neden yaşadık bu acıyı diye” sorguluyor. Derdini de anlatamıyor çünkü bilgisi eksik, argümanı yok. Derdi bilgi dağarcığından daha büyük. Dolayısıyla bu onda büyük bir çatışma yaratıyor.
Bir Gün yazarı Cüneyt Cebenoyan, Cemal’i Taxi Driver’ın Travis Bickle’ına benzettiğini söylemiş size. Siz de katılmışsınız.
God’s Lonely Man durumu var ya… Tuhaf bir şekilde Raskolnikof da böyledir, Hamlet de böyledir. Genel olarak bu karakterlerin ortak özellikleri vardır. Kendilerine dönüktürler, yalnızdırlar, iletişim kuramazlar, onlara yeterince yaklaşmadan sempatik olmadığını anlayamazsınız… Tamamı insanoğlunun sıkıntısını yaşar. ‘Tanrının yalnız adamı’ denilen durum Cemal’de de var.
Tanrı da aslında filmlerinizde mutlaka kendine bir rol buluyordu. Bu kez tanrısal güçlere sahip olanlar, insanlar. Tanrı oyunun dışında sanki bu sefer.
Euripides’ten bir alıntı yapmamın sebebi de tragedya geleneğini çağrıştırmaktı. Karakterlerin hepsini yarı tanrılar olarak düşündüm. Bir tragedyada işleyen kurallar metnin içinde de var. Birazcık çağrıştırsın, böyle bir yerden de beslensin istedim aslında. Tanrının olmaması… Evet, böyle olabilir. Bu şekilde düşünmemiştim. Belki biraz yayılmış bir şekilde var, paylaştırılmış şekilde…
Bir de ölüm üzerine çok düşünüyorsunuz…
Artık düşünmüyorum. Ne olacaksa olsun. Bu filmde çok düşünmedim. Bu filmde hayat üzerine daha çok düşündüm. Ölüm üzerine çok düşündüm, burnumun dibine kadar da geldi sağ olsun. Beğenmedi gitti o ayrı. Artık filmlerimde o kadar baskın olmayabilir. Çünkü gücümün yettiği kadar düşündüm zaten mevzuyu. Artık ne olduğu ya da olmadığı üzerine daha fazla şey üretemiyorum. Yeni bir tecrübe yaşamam gerekiyor. Mevzuyla ilgili gücüm bitti.
Filmlerinizde senaryonun dizginleri sıkıca tutmadığınızı söyleyebilir miyiz? Karakterleri çizip dönüm noktalarını belirliyor ve filmin kendi kendisini yaratmasını bekliyor gibisiniz.
Kısmen doğru. Mesela hikayeyi yazmadan karakteri çiziyorum yavaştan. Diyorum ki “bu adam yan hakem olsun”. Karakterimin yan hakem olmasını istiyorum ve bunu bir daha tartışmıyorum. “Filmin sonunda öyle bir şey olsun ki bu böyle kalsın, havada uçak olsun.” Ya da “filmin ortasında taş yağsın” gibi… Bunları durduk yerde, on dakika içerisinde kararlaştırmıyorum tabii. Bu aşama aylarca sürüyor. Son ana kadar not almam ama kafamın içinde hep bunlarla gezerim. Artık yeterli miktara ulaştığını düşündüğümde not almaya başlıyorum ve yavaş yavaş yan karakterler oluşmaya başlıyor. Asıl olarak bir duygu geliyor yani. Duygular birleşerek yavaş yavaş durumları; o durumlar da hikayeyi oluşturuyor. En sonunda da analitik ve titiz bir çalışma yapmak gerekiyor bir senaryoya ulaşmak için. Bu noktada ince bir işçilik gerekiyor. Senarist olarak yetiştiğim için iyi kötü bazı yollar öğrendim ve böylece o durumları toparlayıp bir senaryo haline getirebiliyorum. Ama hiçbir zaman bir hikaye anlatmak için yola çıkmıyorum. Bu sıkıcı bence.
Türlere inanmıyor musunuz?
Bilakis inanıyorum. Filmin türler arası bir şeyler olabileceğine daha çok inanıyorum. Türler bizi rahatlatır, işimizi kolaylaştırır. Ama bir türün özüne dair yeni bir bakış açın olduğunda her şey senin için daha keyifli hale gelir. Ben arıyorum. Türlerin birbirine girmesi hoşuma gidiyor.
Sizin filmlerinizi başka bir filme benzetemiyoruz. Filmin önermesini başlangıç fikri olarak kullanıp ‘devamı nereye giderse artık’ diye mi düşünüyorsunuz genelin aksine? Bir mesaj verme arzunuz yok gibi.
Hayatla ilgili de genel olarak böyle düşünüyorum. ‘Bu budur’ deyip kritik kararlar vermem. Sürekli şüphe ediyorum. İnsanın olduğu yerde her şey mümkün. Çok iyi şeyler de kötü şeyler de…
Cemal karakterinin filmin finalindeki eylemi örneğin… Yönetmenler genelde başkarakterlerine kıyamazlar. Bu pek cesaret edilemeyen bir sondur bir başkarakter için. Ahlaki açıdan bakalım mı duruma?
Kendince başka bir ahlakı güttüğü için yapıyor. Kendi açısından ahlaki bir şey yapıyor çünkü karısına ulaşması lazım. Bir sürü manyakça şey yaşadı, büyük bir şey yapması gerekiyor artık. “Fail değişmezse fiil işlenmemiş gibidir. ” derler. Cemal, filmin başındaki adam değil artık. Film bunu başarıyor mu? Seyirci olarak buna karar veririz. Tatmin oluyor muyuz kısmı önemli. Durum itibarıyla da Cemal’in karşısında olursunuz büyük ihtimalle. Bu da ahlak konusunun bir türlü üstünde uzlaşamayacağımız kısmı. Size terbiyesizce gelen şey adam için hayati derecede doğru. Burada ben Cemal’in ne karşısında ne de yanında olabilirim tam anlamıyla. Belki filmin finalinden hareketle de karşısında olduğumu söyleyebiliriz, çünkü onu orada öyle bırakmışım. Hiç kimsenin hiçbir zaman kalamayacağı bir noktada kaldı. Hangi tarafta olduğumu bariz bir şekilde söylersem ahlakçılık yapmış olurum. Bir film ahlakçılık yapmaz. Ama başta da söylediğiniz gibi, bir yargı üzerine yazıp sonunda bu yargıyı destekler nitelikte bir mesaj verdiğinizde orada ahlakçı davranmış oluyorsunuz. Ahlakçılık ise ahlaksız bir şeydir. Eser üreten birinin en uzak durması gereken yerdir bence. Kibirdir. Doğrusu budur diyorsun çünkü. Hani film yapıyorduk? Yaptığın şey sosyoloji makalesine dönüştü! Ama kimi seyirci de bundan tatmin oluyor. Çünkü seyirci onaylanmak ister. Risk almaz, yeniliğe açık değildir. Birtakım sinema seyircisi de böyle. İnsanların birçoğu böyle. Sen kalkıp diğer taraftan farklı bir şey denediğin zaman da saçma diyor, absürt diyor.
O absürt kelimesine de gelmek istiyoruz zaten. Onur Ünlü’yle ‚absürt‘ mutlaka aynı cümlede… (gülüşmeler)
Allah cezasını versin o absürt kelimesinin. Bir absürttür gidiyor. Kimse de ne olduğunu bilmez o absürtün. (Gülüşmeler) Neyse ne diyorduk… Kesin yargılarla bir film yaparsan işin kolaydır. Sadece sinema için değil genel olarak söylüyorum bunu. Aynı şekilde roman yazan yazarı, aynı şekilde top oynatan teknik direktörü ya da aynı şekilde poker oynayan arkadaşımı da sevmem. Risk almayan adamla işim olmaz. Yap, dene. Bir şey olmuyor. Ben kötü film de yaptım, başına bir şey gelmiyor. Bir yerden sonra ortaya iyi şeyler de çıkıyor. Biraz cesaret… Belki günün birinde çok iyi bir film yapacaksın. Sal kendini, rahatla! Yönetmeni kasar, seyircisi ayrı kasar… Bu ne kasmak yahu! Rahat olun biraz. Zaten üçyüz tane plan çekiyoruz, tümünün güzel olması gibi bir ihtimal yok ki. On tane iyi sahne, bir filmi ortalama iyilikte yapar. Ortalama iyi bir film de iyi bir şeydir zaten, yeterlidir. Her sene 35 tane başyapıt yapılmıyor.
Filmden alıntıyla birçok ‘Orhan Gencebay filmi ‘ arasında ve sizin filminiz ‘Ferdi Tayfur filmi’ desek yanlış olmaz. Bir tarafta yaptığının kusursuz olduğuna inanan filmler, diğer tarafta sevabıyla günahıyla bir Onur Ünlü filmi… Bu bakımdan İstanbul Film Festivali’nde kazandığınız ödüller şaşırttı mı?
Şaşırtmaz olur mu… Bu on film içinden bu beş kişinin seçtiği film. Bütün ‘en iyi film’ler her seferinde eleştirilir. Çünkü o an verilen refleksle insanlar o filmin dünyanın en iyi filmi ilan edildiğini zannederler. Halbuki öyle değildir. Oradaki 5 kişi oradaki 10 filmden birini seçer, bu kadar basit. Kişiler değiştiğinde bütün kararlar baştan değişebilir. Özel filmler de vardır, hangi beş kişi gelirse gelsin değişmez. İnsanlar süküneti yitiriyor böyle zamanlarda. Adana Film Festivali’ne Polis ile gittim, eli boş döndüm. Şaşırdım ama jüriye küfretmek aklıma gelmedi.
Sahi, Polis neden beğenilmedi?
Polis’in galasını görecektiniz! Suratlardaki o şaşkınlığı! Çok acayipti… 6-7 yıl önce, minimal sinemanın coştuğu zamanlarda böyle bir şey yapıyorsun; ‘banane lan’ diyorlar. Öyle bir şey ki beğenen beğendiğini söyleyemiyor. Şimdi ise referanslar veriyorlar, ‘Polis’te şöyleydi’ diye. O zaman bir röportajda, ‘bir gün geçmişe dönüp baktığımızda bu filmlerin hangisini hatırlayacağız’ demiştim. –Ben de biraz yüksekten sallıyorum böyle, o yüzden kıl oluyorlar galiba bana.- Kötü niyetle söylemiyorum ki bunları, durum bu. (gülüşmeler)
Bu arada Celan Tan’ın gişesi en son kaç oldu?
50 bini bulmadı. Korsanla filan 50 bini geçmiştir her halde.
Neden peki? Ünlü oyuncuları ve ödülleri var. Leyla ile Mecnun’u da izliyor insanlar.
Ben de anlamıyorum. Yeterince iyi salona giremiyorsun. Biletlerin yüzde yetmişi AVM’lerde satılıyor ve senin filmin AVM’lere giremiyor çünkü almıyorlar. Alabileceği yüzelli tane perde varken sadece onbeşine alıyor, o oradan da bir hafta sonra söküyor. Kalsa ya orada… Onun yerine Kahraman Civciv’i koyuyor. Çünkü Kahraman Civciv banko. Spielberg’ün de dediği gibi ‘bir çocuk filmine en az iki kişi gelir’. Diyelim ki bu salonda banko satan bir film var ve üçyüz kişilik salon tamamen doluyor. Yan tarafta da benim filmim var. O salon da üçyüz kişilik ama altmış tane bilet satmışım. Bana altmış biletin parasını öder, o biletleri iade eder, o salona da banko satan filmi koyar. Sen de orada filminin seyredildiğini zannedersin. Bunu yapamamaları gerekiyor, hırsızlık çünkü. Ama yapıyorlar.
Hem dizi hem de filmde aynı oyuncularla çalışmanın riskli olduğunu düşünüyor musunuz? Aynı kimya devam eder mi acaba diye kaygılandığınız olmuyor mu?
Burada ben sorayım. Bu durum sizi rahatsız etti mi?
Mumbar sahnesinde mesela. Tam bir Leyla ile Mecnun sekansı gibiydi. Oyuncular çok iyi oldukları için genel anlamda çok hissedilmiyor gibi.
Oyuncularım büyük bir lüks benim için. Hep söylüyorum, oyuncu yönetimine pek inanmam ben. İyi oyuncu iyi oynar, kötü oyuncu iyi oynayamaz. Akıllı oyuncunun da kafasını açarsın. Mesela oyuncu tıkanır, sen bir şey söylersin, ondan sonra sorun çözülür. Yoksa oyuncu yönetimi dediğin nedir ki? Oyuncuya neleri nasıl yapacağını mı göstereceksin sürekli? Oyuncu yönetimi yönetmenlerin işgal ettiği bir alandır. İyi oyuncu oynar.
Bu noktada oyuncularınızla aranızdaki müthiş kimya da lehinize mutlaka…
Arkadaşlarım onlar benim. Oyuncuyla arkadaş olmaya çalışmam. Oluyorsam bu süreçte olurum. Samimi olmadığım oyuncular da var mesela. Demek ki oyuncu – yönetmen ilişkisi dışında arkadaş olamazmışız dediğim oyuncular. Arkadaş olmak zorunda da değiliz yani. Bizim temel kazandığımız nokta Afiilli Filintalar’da da vardı. Biz birbirimizin yeteneklerine saygı duyuyoruz. Oyuncu bir şey yapıyor, senin gözlerin doluyor. Sen bir şey yapıyorsun, oyuncu inanamıyor. Karşılıklı olarak arkadaşlığın ve dostluğun ötesinde birbirimizin yeteneğine saygı duuyoruz. Bu büyük bir avantaj.
Televizyon işi olmasaydı Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi çekmek bu kadar kolay olur muydu?
Bu kadar kolay olmayabilirdi, evet. Celal Tan ve Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi televizyona iş yaparken çektik. Öbür filmleri yaparken televizyon işi yoktu. Film çekeceksen bir şekilde çekiyorsun. Kafayı takıyorsan oluyor. Gerçi bu kadar basit değil tabii, ‘ sen yeter ki iste, bak her şey ne güzel olacak’ durumu yok. Zorlayarak çekebiliyorsun. Ama diziyle birlikte daha rahat oldu tabi. Bu bir şans ve bu şansı olumlu bir şekilde değerlendirmek istiyorum. Bu yüzden de filmi böyle dağıtmayı seçtik. Sadece üç tane kopyamız olacak ve gerekirse şehir şehir gezecek filmimiz.
Filmin çok konuşulan dağıtım meselesine gelirsek… Filmler izlensin istiyoruz artık değil mi? Sen Aydınlatırsın Geceyi’yi nasıl izleyeceğiz?
Ben de istiyorum. Bir film yaptığın zaman, izlensin istersin. Parayı pulu bir kenara bırak, çünkü zaten para kazanamazsın. Biz hesabımızı yaparız, ne kadar batabileceğimizi hesaplarız. Ortada bir film var ve ulaşsın. Reha Erdem beşbin satacak bir sinemacı mı? Beşbin nedir! Ayıp değil mi! Olmuyor, seyirciye ulaşamıyoruz bir şekilde. Bu yüzden Sen Aydınlatırsın Gece’yi için böyle bir yol düşündük. Filmi alıp gidelim, izleyiciye çakılı salonda izletelim. O şehirde biletler ne kadar satılıyorsa o fiyata satılsın. Sattığımız biletlerin büyük bir kısmı oraya kalsın. Herkese faydamız olsun. Tamamen bedava da olmasın, bir sürü insanın emeği var. Göz hakkı. Tunceli’ye gideceğiz mesela. Zararlı bile çıkabileceğimiz bir iş aslında. Mevzu bu değil. Filmimiz izlensin istiyoruz, sevilsin değil. Antalya Film Festivali’nde en az otuz tane ilk film çıkmıştır üç yıldır. Bunlardan 25’i iyi film belki de, ve bu 25 filmin 23’ünü hayatımız boyunca hiçbir yerde göremeyeceğiz. Ne emeklerle yapıyorlar o filmleri. Övgüyü bırak yergi bile alamıyorlar. Çünkü kimse görmüyor o filmleri. Üzülüyoruz.
Filmi torrent sitelerine mi vereceksiniz gerçekten?
Başta öyle düşündük ancak şimdilik bir süreliğine böyle yürüyelim dedik. Dışarıdan bakıldığında bu yaptığımız şey havalı bir hareket olarak görünebilir ancak bizim için bir sabah uyandığımızda aklımıza gelen bir fikir değildi bu. 6-7 yılın ardından mecbuen geldiğimiz noktaydı. Yıllardır filmlerimizi nasıl izletirizin mücadelesini vermeye çalışıyoruz. Bir filmi gösterememenin ne demek olduğunu ben ve bir sürü arkadaşımdan daha iyi kimse bilemez. İliklerimize kadar yaşadık. Bizi buraya süreç getirdi. Biz gidelim bizim arkamızdan başka bir arkadaşımız gelsin. Biz filmi Karadeniz Teknik’in salonunda göstereceğiz mesela. İsteyen arkadaşa verelim bağlantıları, onlar da gider belki. Tunceli’ye gideceğiz, bu heyecan verici bir şey. Tunceli’ye film gitmez diyorlar, kendimiz götürüyoruz işte. Bu hengamede filmlerimizi insanlara ulaştırma sorunlarıyla uğraşıyoruz. Böyle bir ülkede yaşıyoruz işte. Bu ülkeyi bu yüzden seviyoruz belki.
Sizin bu konuda söz söyleme hakkınız var artık. Böyle bir tavrınız var sonuçta.
Evet, içim rahat bu konuda. Daha önce Yeni Sinema Hareketi vardı mesela. Şimdi başka bir yeni yol var. İsim veremem fakat sadece ‘arthouse’ denilen filmlerin gösterileceği bir etkinlik. 6-7 şehirde başlayacak olan ve yaklaşık 20 sinema salonunu kapsayan alternatif bir ağ oluşturuluyor. Bu olursa çok şahane bir şey olacak. Belki bir sonraki filmimizi, belki de eğer halen yaşıyor olursa bu filmimizi göndererek harekete destek vermek istiyoruz. Sizin de iyi bildiğiniz gibi yabancılarda ayrı bir ağ var, başka bir yaşam ağı. Gazetesi, festivali, yaşam biçimi, hepsi ayrı. Şimdi o oluşturulmaya çalışılıyor. Sadece filmi alıp koymak dışında da şeyler yapacaklar. Çok parlak planları var. Biz çok yaşadık bunun sıkıntısını, başkası daha az yaşasın. Tüm kalbimle konuşuyorum.
Peki filminizin özellikle Semaver Kumpanya’daki bilet fiyatlarının çok yüksek olduğundan yakınanlar var. Biletix’in arada olması filan… Ayrıca bütün bunların aslında karşı durmak değil bir pazarlama stratejisinin parçası olduğu ithamları…
Önce pazarlama stratejisi meselesine bakalım mı? Ben reklam okudum. Ayrıca International Advertising Assosation‘s Diploma In Marketing Communication sahibiyim. İşte bu kadar havalı bir şeyin sahibi olarak diyorum ki böyle pazarlama stratejisi olmaz. Oluyorsa da olmaz olsun! Biz filme 1.1 milyon lira kadar para harcadık. Eğer para kazanmak istiyorsak ticari anlamda en az 1’e 2 dönüş olmalı. Yani 2.2 milyon lira filan geri gelmeli bize. Bizim filmimiz tek kopya. Bu işe başlarken kendimize koyduğumuz kural bu: Film tek kopya olacak. Yani bir tek an içinde sadece bir tek yerde gösterilecek film. Ayrıca filmin her gösteriminin de bir maliyeti var. Bunun bir pazarlama stratejisi olduğunu düşünüyorsak yukarıdaki rakamlar üzerinden bir hesap yapmamız gerek. Kaç yıl boyunca kaç seyirciye nasıl ulaşırsak o para geri gelebilir? Ben kaba bir hesap yaptım, sonuçlar akıldışı. Yani o paranın böyle bir pazarlama stratejisiyle geri gelmesine olanak yok. Eğer bir pazarlama stratejisinin içindeysek kesinlikle saçmalıyoruz demektir.
Bilet fiyatlarının pahalılılığına gelince… Biz açıkçası çok pahalı olduğunu düşünmedik. Sonuçta bir tiyatro salonunda yapılacak bir takım değişikliklerle film göstereceğiz. Bu film bütün ülkede o anda sadece orada olabilecek filan. Yönetmeni… Oyuncusu… Yani aslında özel bir durum. Kendi aramızda konuştuk ve bu iyidir herhalde dedik.
Semaver Kumpanya Kocamustafapaşa’da. Dolayısıyla insanların sadece bilet almak için gelmeleri mümkün olmayabilirdi. Siz nasıl çözüyorsunuz bunu diye sorduk Semaver’e; Biletix’le halihazırda bir anlaşmaları varmış. Biz de yürüdük oradan.
Ama yine de bu biletler çok pahalı filan gibisinden ciddi bir yakarışla karşılaşırsak belki önümüzdeki sezon için bir düzenleme yapabiliriz. Çok da sorun değil bizim için. Neticede özel bir şey yapıyoruz filan evet ama bunun da seyirci için bir zulme dönüşmemesi gerek. Gerçekten böyle bir durum olduğunu görürsek, çekiveririz fiyatları aşağı…
O zaman da şimdiye kadar bilet alanlara haksızlık olmayacak mı?
Onlarla helalleşmenin bir yolunu buluruz… Mesela bir sonraki filmimizin ilk gösterimlerine ücretsiz gelirler. Nasıl olsa altı ayda bir film yapıp duruyoruz…
Biraz da yeni projelerinizden konuşalım o halde…
Üç yeni proje üzerinde çalışıyorum. Birisi bu dünyada başlayıp öbür dünyada fevam eden bir aşk hikayesi. Çok seven bir adamın hikayesi. Bir müzikal çekeceğiz bir de, ona çalışıyoruz. Hayvanat bahçesinde aslana bakan, alkolik bir adamın hikayesi. Diğeri de bir polisiye, bir çeşit aşk hikayesi. Sırasını henüz bilmiyorum. Biri öne çıkıyor. Sonra da bir diğeri… Bu nedenle henüz karar veremedim.
Televizyon için bir proje var mı? Bir de Leyla ile Mecnun’un bu kadar tutulması mucizevi bir şey değil mi?
Leyla ile Mecnun bir sezon daha devam edecek gibi. O noktada Bülent Ata’nın gerçekten büyük bir etkisi var. Genç olmasının ve başka türlü düşünmesinin çok etkisi var. Biz özel bir kanalda olsak onuncu bölümde gitmiştik. Bir de TRT bu işle birlikte, sosyal medyadan alınan tepkinin ne kadar güzel bir şey olduğunu fark etti. En fazla reklam talebi gelen dizilerden biriyiz. Ama girmiyoruz o işe. Çok cazip teklifler alıyoruz ama istemiyoruz. Ruhuna aykırı.
Bundan sonra her röportajımızı Emek Sineması paragrafıyla sonlandırmak istiyoruz. Emek Sineması’nın durumu üzerine ne söylemek istersiniz?
Emek Sineması teknik bir mevzunun ötesinde, başka bir şey artık. Ortada bir vandallık var ve ben eylemlere bu vandallığa çok sinirlendiğim için gittim. Yapılacak şey çok basitti. Projelendirirken o bölgeyi ayırırsın, ‘tamam bina senin ama burayı bana bırak’ dersin. Bu kadar basit. Bunu diyemiyorsan ben de konuşurum, oraya gelirim. Bu kadar küçük bir şeyi de yapmayacaksan neden varsın devlet olarak! Bunu yapmayacaksan ne yapacaksın! Neyin peşindesin? Bu hareket bir şekilde başarıya ulaşamazsa tek sebebi halk desteğinin olmaması olacak. Halk desteği olmayan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz. Bu mevzunun halka anlatılması lazım. O sinema neden orada olmalı? Anlatılması lazım. İkinci gösteride biraz daha arkadaydım geç geldiğim için, bir baktım göstericilerin bittiği yerde adamlar alışverişe devam ediyor. Bu kadar mı dikkatini çekemiyoruz insanların? O insanlar arkamızda durmayınca arkamız boş oluyor işte. Halbuki öyle bir hava olmalı ki polis kalabalıktan bizi kovalayamamalı. Bir yere gidememeliyiz. Emek gidince sıra kendi evine gelecek mesela. Ama bunu düşünmüyor. Sıranın kendisine geleceğinin fakında değil. Umursamıyor. Ne diyebilirsin ki? Giderek ideolojik bir mevzuya dönüşüyor bu durumda. Daha pratik yöntemlerle anlatmamız gerekiyor insanlara. O parti, bu parti fark etmez; burada önemli bir mevzu var. Ama anlatamadık. Böyle olunca da üçbeş entel olarak kaldık.
Çok teşekkür ederiz, epey bir vaktinizi aldık!
Ben teşekkür ederim. Çok konuştum hakkınızı helal edin. (Gülüşmeler)
**
Röportaj: Gülçin Kaya, Kaan Karsan
Deşifre: Gülçin Kaya