Koreli yönetmen Jee-woon Kim’in ilk Hollywood çıkartması, tarihte örneğini bolca gördüğümüz bir ülke transferi kaynaklı kafa karışıklığı, bolluktan şaşırma, malzemeyle ne yapacağını bilememe ahvali. Kendisini akla fikre sığmayacak özgün kadrajları, atmosfer ustalığıyla tanırken ve ister istemez sıradaki işlerini beklerken elde avuçta gövde gösterisine beş kala, sulandırılmış peşi sıra görüntüler kalmış.
Hollywood’a transferin ilk koşuluymuş gibi, münzevi şerif karakterin eyaletin tüm polis birimlerini etkisiz hale getiren kötücül kaçakçısına haddini bildirmesi üzerinden katıksız bir aksiyon vaadediyor yönetmen ve film. Film boyunca hazzı sürekli erteleyerek, bir sonraki sahneye hazırlayarak ne sinema adına ne de yönetmenin alamet-i farikaları adına bir emare göstererek de finalini yapıyor. Bize de film çıkışında yönetmenin mütevazi takipçileri olarak beklediğimiz hiçbir anı bulamama konusunda hemfikir olmak düşüyor.
Hollywood’un, ülke ve okyanus aşırı yönetmenleri nüfusuna geçirerek yeteneklerini kısıtlaması yeni mevzu değil. Sinemayla az çok alakadar çoğu kişinin itiraz etmeyeceği üzere, bileşik stüdyolar sisteminin, sinemaya “yamuk bakan” ender insanların imzası niteliğindeki biçim ve estetiğini, ışık ve atmosferini, kendi “fastfood” anlayışına indirgemek suretiyle sündürüp tek kullanımlık kapsüllere dönüştürdüğü zaten bilinir. Bu da bütçesi değilse de ruhu bağımsızları bütünüyle şekle şemale bağımlılığa sürüklüyor haliyle. Hollywood’a geçtikten sonra Gondry’nin Be Kind Rewind akabinde Green Hornet, von Donnersmack’in Live of Others sonrası The Tourist çekmesi birçok örnekten ikisiyken, bu yaratıcılar ile inisiyatiflerin çekmekten ziyade sırası gelen film hamlesinin onayını veren süpervizörlere dönüşmesi hem bir karar mekanizması ve ruh aşılayıcısı olarak yönetmen bakışını hem de tamamiyle yönetmen kavramının içini boşaltıyor. İşte “I Saw the Devil” sonrası The Last Stand “onaycısı” Jee-woon Kim de aynı yolun son yolcusu.
Filme yazılan ve yazıldığı gibi gözükmesi beklenen “kötü adam”ın sakilliği de ayrı bir konu. Hatta filmi aşağıya çektikçe çeken, filmin orijin noktasının eksi kısmından artı kısmına geçmesine sürekli mani olan şey de bu biraz. Yani filmin yarısından çoğunu direksiyon başında tek kaş havada muzip laflar savurarak geçiren, karikatürize ezberler bütünü olan bu kötü, ancak bir çizgi filmin çocuklara bıraktığı (yani bırakmadığı) fikir alanı kadar. Mesela yönetmenin ülkesinde çektiği son filmi I Saw the Devil’da, filmografisinin intikam teması doruklara çıkarken, haklı bir motivasyonla intikam peşine düşen adamın eylemlerinin sorgulama ve ahlak alanında giderek haksız bir tona kayması filmin ayaklarını yere daha sağlam bastırıyordu. Tam da bu ikilemi, iyiyi ve kötüyü oldukları gibi kılanı, ahlak ve vicdanın intikam çizgisinin nerelerine düştüğünü belirsizleştiren, seyirciyi dengede durmasını zorlaştırması açısından oldukça yoran, muazzam bir senaryo ve aktarımdı. Aynı şekilde A Tale of Two Sisters’da da aynı belirsizlik, tam olarak kimin tarafında durmamız gerektiğini an be an körleştiren bir izleğe tekabül ediyordu. Tek derdi çevik kuvvetleri aşarak Meksika’ya ulaşmak olan “çizgi-kötü” Gabriel Cortez’de eksik olan ve tüm filmin iskeletini henüz başından sarsan da tam olarak bu gerektiğinden fazlasını serme ve verme savurganlığı, deliliği.
Başrol Arnold’un ısmarlamayla kadroya girdiği her halinden belli şaşkın ve maksimum üç mimikli oyunculuğu, yönetmenin sete kahve içmek için uğramış gibi duran vizyonsuzluğu, vaadettiği aksiyonu bile reklam zihniyetinden hallice oldu-bitti usulüyle halleden, firarlarıyla meşhur ‘evil’ kötünün bakınca içinden arkası gözükecek kadar havada ve sakarca yazılmış olması ve say say bitmeyecek nice tektipleştirici formülün uyarlanışı filmin çok ciddi sorunları. Formüllerin arasında en son Killing Them Softly ve Seven Psychopaths’in görece başarıyla uyguladığı mafyöz karamizahı da beceremeyip hepten Brett Ratner’in eşek şakalarına dönüşünce filmin ağzı olsa bile savunacak tek bir şeyi kalmıyor bize. Son minvalde, biraz alakasız da olsa, Emek’in dönüştürülmeye çalışıldığı şu günlerde kendi içinde “dönüştürme” eylemi, koca kapitaller karşısında sanatı ve zanaatiyle varolma biçimini yitirenlere varana kadar bu ara her şeyi ilgilendiriyor, bakmayın çok alakalı aslen. Kaldı ki olay tek bir yapının AVM’leştirilmesini, tek bir semtin dönüştürülmesini de aşıp tüm zihniyetleri tek çatı altında tektipleştirerek en başında kontrolünü, sonra rantını ve gişesini sürdürmeye varıyor. Son örneği de bu yazının konusu. Ha Emek, ha Jee-woon Kim.
Türkçe Adı: Geçit Yok
Yönetmen: Jee-woon Kim
Senaryo: Andrew Knauer
Yapım: ABD, 2013
Oyuncular: Arnold Schwarzenegger, Forest Whitaker, Peter Stormare, Eduardo Noriega
Süre: 107′
twitter.com/pyschedelia