Quantcast
Channel: Ekşi Sinema
Viewing all 705 articles
Browse latest View live

25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 3

$
0
0

Kadın ve Yabancı / Die Frau und der Fremde

1 2 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 3

Tarih kitaplarında ve derslerinde, nedenlerle,sonuçlarla,ülkelerle ve antlaşmalarla  ifade ediIen I.Dünya Savaşı , ülkelerin topyekün birbirine diş göstermesiyle, yani ilki temsil etmesiyle belleklere yerleşti.1914 te başlayan dört yıllık dönemde, ülkenin genel profilindeki farklılıklara, kaybedilen-kazanılan topraklara bakıldı. Kişiler, ya kahramanlıklarıyla kitaplara girdi ya da dünyadan göçmeleriyle.Peki ortada kalanlara ne oldu? Eski düzenlerine devam edebildiler mi? Ankara Uluslararası Film Festivali, Türk Sineması’nın 100.yılını ve Shakespeare’in 450.yaşını unutmadığı gibi , I.Dünya Savaşı’nı da radarına alarak savaşın arka planını açık etme çabasında. Bu teşebbüsün hafife alınmayacak dayanakları var. “Kadın ve Yabancı”, bu dayanaklardan biri. Tam da ortada kalanlara eğiliyor. Savaşın özel hayatları nasıl darma duman ettiğiyle ilgili konuşurken, itidalinden ödün vermiyor. Ters yönlere sapsa da yolunu tarifsiz buluyor.Richard ve Karl adlı iki askerin, güneşin kavurduğu bir yerde “savaş” uğruna çalışmasıyla kapıyı açan film, gösterdiği aykırı misafirperverlikle daha ilk dakikalarda şoke ediyor. Ağzı oldukça gevşek olan Richard, esaret günlerini doldurmak için kendisini anlatıyor.Onlarca kelime arasında bir tanesi öne çıkıyor.Bu bir isim,Anna. Richard’ın hasretine dayanamadığı eşi Anna, kocasını bekleyen masum ve münzevi bir kadın.Karl, uzun yıllardır askerde olmasından dolayı Anna düşleyerek hayallerini salıveriyor. Filmin, altın tepside sunulan ilk şoku sadece Karl’dan gelmiyor.Richard’ın da paylaşmaya hazır olduğu düşünce yumağı şoka zemin hazırlıyor. Çok iyi çekilemeyen bir karışıklık esnasında savruluyorlar bir yana. Kurtuluş naraları atan Karl’ın yolu, dinlerken “iştahlandığı” Anna’ya düşüyor. Leonard Frank’in romanından, yönetmen Rainer Simon’un uyarladığı film, hamasi nutukların kişisel zevkleri karşılayamadığı bir dünyaya ait. Yönetmen, “kadına tebelleş olan adam” fikrini savaş kanalından dillendirmeye soyunurken  iyi hazırlandığı izlenimini veriyor. En azından kağıt üstünde. Senaryoda incelikli yazıldığını düşündüğümüz karakterlerin somut halleri neşe kaçırıyor. Anna aracılığıyla filmin topuğuna kurşun sıkılıyor. İki erkek arasında kalan kadını canlandıran Kathrin Waligula tel tel dökülüyor.Bir müddet sonra, Karl rolünde Joaschim  Latsch katılıyor ona.Richard hariç yanlış oyuncu tercihleri filmin aleyhine çalışıyor. Karakterleri cımbızla aldığımızda ortada kalan Almanya hiç doyurucu değil. Köşebaşlarında eşini bekleyen başka başka kadınlar çene çalıyor.Aslında dram var.Maalesef bu dram filmde çok kısa görünen bir mekanda alaya alınmış. Kadının ekmeğinde olduğunu gösteren bu plan kör göze parmak işlevinde. “Alınteriyle geçimini sağlasan da, yuvanda er olacak” diye dayatılan düşünce kadını silikleştiriyor. Erkeğe koz veriyor. Doğrusal anlatımın filmi ele geçirmesine ramak kala, karakterler, objeler devreye giriyor. Savaşta kaybeden başka bir insanla sürprizler yaratılıyor, aileyi sembolize eden objelerle aidiyet duvarları örülüyor.Film bittiğinde, aykırı misafirperverliğin ömür arttırıcı olduğunu anlıyoruz. Kadın ve Yabancı, görüntülerle oynamayı da seviyor. Sepyalaşan anların olduğu filmde, saklı kalan anlamları çözmek öyle çok kolay değil. Sanat yönetimi ise 1914 lerin ruhsuz Almanya’sını yansıtmada başarılı olmuş. Festivalin kayda değer filmlerinden biri.En başta söyleyeceğimizi şimdi söyleyerek sizleri şaşırtalım, bu enteresan film 1985 Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı almış.İşte size seyretmek için leziz bir neden daha.

Filmin Notu : 3/5

Kırmızı Balon/ Le Ballon Rouge  ve Beyaz Yele / Crin Blanc : Le Cheval Sauvage

2 2 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 3

25.Ankara Uluslararası Film Festivali’nin en “gürültülü” bölümü “Çocukların Festivali”. Tabi gürültü her zaman kötü değildir.En azından bu festivalde değil. Bilakis, çocuğun televizyonda göremeyeceği bir dünyayla iletişime geçmesine yarıyor gürültü. Gürültü örneklerini vermeden önce, Albert Lamorisse’nin çektiği iki filme kulak verelim.Her ikisi de dostluk üzerine kurmuş sofrasını. 1953 yılında Cannes’da “En İyi Kısa Film” ödülünü alan “Beyaz Yele”, Jack London’un “Beyaz Diş” adlı eserini hatırlatan, kurdu at yaparken beyazlığını ellemeyen, tartışılacak sahnelerle örülü bir film. Beyaz Yele, yabani mi yabani bir attır. Onu yakalamak isteyen seyisler cirit atar etrafta. Hep tetiktedirler. Onlar, Beyaz Yele’nin kudretli halini şanımıza layık diye açıklar.Sonra bir balıkçı çıkar. Beyaz Yele’yi görür görmez beğenir, ondan etkilenir.Dedesi ve her işe yardım eden cimcime kardeşiyle yaşar.Flamingodan kaplumbağaya,köpekten balığa hayvanlarla çevrilidir her yanı.Beyaz Yele’ye de yer vardır.Birbirlerinin dilini anlayan at ve çocuk zamanla anlaşacak, fakat özgür olma ihtiyacı kimse dur diyemeyecektir.Lamorisse, hikayesini kurarken tasvip edilemeyecek sahnelere de imza atmış. Örneğin;İki atın dövüştüğü bir sahne var ve sakız gibi uzatılmış.Aslında bu sahne neden var, anlamak pek mümkün değil. Bir diğer sahnedeyse tavşan kovalıyoruz.Hayvanları yönetirken yer yer eziyet gözlemliyoruz.Lamorisse’nin hayvan yönetimini alkışlayacakken, bu sahnelerden ötürü ellerimiz birleşmiyor. Bu olumsuzluklara rağmen eli yüzü düzgün bir film Beyaz Yele. “Kırmızı Balon” ise , 1956 yılında Cannes’da “En İyi Kısa Film” ve Oscar’da “En İyi Senaryo” ödüllerini almış, şirin mi şirin bir çalışma. Fransa’nın arnavut kaldırımlarında oradan oraya koşan çocuk, bir gün kırmızı balon görür. Heyecanlanır. Öyle ya, o dönemin oyuncağıdır balon. Üstelik, o balon grinin tonları içinde kırmızılığıyla belli eder kendini. Çocuk ve balon, sevginin en yalın halinde yalın ayak koşarlar.Ayakları hayata değmektedir.Çocuk ve balon hemen yakınlaşır, beraber arşınlarlar sokakları. Balon dile gelmemiştir belki, ama sadece hava barındırmaz içinde.Zamanla mutluluğu kıskananlar olacak,her şeye rağmen renk cümbüşü içinde gökyüzünün maviliğine uçulacaktır. Lamorisse, basit sayılabilecek bu hikayeyi yan öğelerle desteklemeye çalışırken konuyu dağıtmamaya özen göstermiş. Diyalog olmayınca müzik sahneye çıkmış. Rol çalmamış. Zaten filmde sükunet havası hakim.  Hem Beyaz Yele’deki at hem de Kırmızı Balon’daki balonun aynı anlama karşılık gelmesi, filmlerin neden birlikte gösterildiğinin kanıtı. İkisinin yönetmeni aynı olsa da, isimden ziyade tema elzem olan.Gelelim gürültülere.Her iki filmde de çocuklar sazı eline aldı.”Siyah atın annesi beyazmış”, “Balonlar ne güzel”, “Balon kendisi mi gidiyor” ,”Baba, abisi kıza kaplumbağa veriyor” gibi gürültü örneklerini her zaman duymak dileğiyle. Dost dediğin sadece insandan olmaz anne!

Filmin Notu : Kırmızı Balon 4.5/5 – Beyaz Yele 3/5 

Sadece Bir İç Çekiş / Le Temps de L’aventure

4 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 3

Gün geçmiyor ki melankolinin başrolde olduğu bir Fransız filmi karşımıza çıkmasın.Aşk ve melankoli. Melankoli ve Paris.Paris ve aşk.Bıkkınlık verici değil mi? Fransızlar’ın, Paris’in bir aşk şehri olduğunu öğretmediği insanlar var daha.Sinema sanatını bu garip misyona alet etmek, sinemaseverlerin heyecanını öldürecek ve romantik filmlere cephe almasına sebep olacak.Çoktan aldı dediğinizi duyar gibiyim.Henüz son kaleler teslim olmadı.Bir yerlerde romantizmi eski günlerine döndürecek isimler var. Onlardan biri olmadığına kanaat getirdiğim Jêrome Bonnell’in son filmi “Sadece Bir İç Çekiş”, festivale yakışmayan, defalarca aktarılmış hikayeleri, çok matah bir şeymiş gibi tekrar önümüze getiriyor. Kimlikler, meslekler, geçmiş değişiyor, ama Paris değişmiyor. Paris, yapımcılara göre hala sığınacak liman, aşkın en net tarifinin yapıldığı yer. Ne acı!  Film, bir deneme çekimine katılmak üzere şehirlerarası yolculuk yaparak Paris’e gelen Alix’i çerçeveye alıyor. “Frances Ha” gibi vücudunu kullandığı bir işle uğraşan Axil, hemcinsi kadar delişmen değil.Ununu eleyip eleğini asmış adeta. Axil, trende bir adamı beğeniyor. İlk iletişim biraz sancılı gelişiyor,ama sakın telaşlanmayın.Paris sınırlarındayız.Karakterler illa ki karşılacak.Nitekim karşılaşıyorlar da.Hayırsız erkek arkadaşına ulaşamayan Axil, bir cenazeye uğruyor ve beyefendiyi görüyor.Sahneler aktıkça,  kaybettiğimiz dakikalar için hayıflanıyoruz. Yönetmen, kısa filme yetecek hikayeden 104 dakikalık bir film çıkarmış.Asıl Richard Linktaker’ın “Before” üçlemesinde gördüğümüz “iç çekiş” , burada bir tık öteye gidiyor ve yatakta sonlanıyor. Filmin geçer not verebileceğimiz iki üç bölümünden biri olan otelde yaşananlar, tam bir tutarsızlık örneği. Ağzından çıkanı kulak duymuyor.Birbirlerini teselli etmenin yolunun mutlaka yataktan geçeceği inanmış olmalılar ki aynı gün iki kez sevişiyorlar. Aslında senaryo, Axil’e barikatlar kuruyor. İlk sevişme öncesi “erkek arkadaşına” ulaşamayan Axil’in bahanesi hazır. İkinci sevişme öncesi sunulan bahane, senaryoya eklenen en gereksiz karakter sayesinde gerçekleşiyor. Çekemeyen kız kardeşi kaç filmde gördünüz bilmem ama, Sadece Bir İç Çekiş sizin için burjuvanın gizli çekiciliği “dibine kadar” yaşayan bir kız kardeş sunuyor. Öyle antipatik bir karakter ki, yabancının kıymetini arttırıyor. Yabancı diyoruz ama, perdede çok tanıdık bir yüz var. Eskisi kadar sık film çekmeyen Gabriel Byrne’ı böyle hantal orta yaş romantizmlerinde görmek kahrediyor. Mavi gömleği, saçlarındaki beyazlıklar, alnındaki kırışıklıklar ve kaşlar, onu arzu nesnesi yapan “fiziksel özellikleri” Buraya vurgu yaptık çünkü, yabancının her ne kadar felsefi söylemlerde bulunsa da(edebiyat profesörü olduğu için mutlaka söylenmeli) cazibe sadece dış görünüş sayesinde. Axil rolündeki Emmanuel Devos da donuk performasıyla dikkat çekiyor.Byrne ile aralarındaki uyumsuzluk da cabası.Klasik müziğe başvurarak “bu iş tamam” dedirten ve “Issız Adam”ın eline su dökemeyecek bir finale sahip Sadece Bir İç Çekiş, festivalin en zayıf filmi için adaylığını koyuyor.

Filmin Notu : 1/5

 

Oğul Can Çomak 


21. Altın Koza Film Festivali Yarışma Başvuruları Başlıyor

$
0
0

Bu yıl 15 – 21 Eylül 2014 tarihleri arasında yapılacak Adana Büyükşehir Belediyesi 21. Altın Koza Film Festivali kapsamında gerçekleştirilecek Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması için başvurular başladı. Festival kapsamında gerçekleştirilecek “Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması”, “Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması” ve “Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması”nın yönetmelikleri açıklanırken Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması ve Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ile Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması’nın son başvuru tarihi 01 Ağustos 2014 olarak belirlendi.

 

En İyi Filme 350.000 TL Ödül

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması kapsamında ‘En İyi Film’ seçilen eser, 350.000 TL para ödülü alırken yarışmada ayrıca, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Oyuncu’ dalları ile, ‘En İyi Sanat Yönetmeni’ ve ‘En İyi Kurgu’ dallarında da ödüller verilecek.

Ayrıca festival kapsamında her yıl olduğu gibi Dünya Sineması Seçkisi, Akdeniz Ülkeleri Film Seçkisi, özel gösterim bölümleri, belgesel gösterimleri, söyleşiler, atölye çalışmaları ve sergiler sinemaseverlerle buluşacak.

Yarışma yönetmeliklerine ve başvuru formlarına www.adana-bld.gov.tr ve www.altinkozafestivali.org.tr adreslerinden ulaşılabilir.

25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

$
0
0

Harp Esirleri / La grande illusion

grande illusion 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

Geçtiğimiz yıl Mart ayında düzenlenen Ankara Uluslararası Film Festivali, bu yıl Haziran ayında yapılıyor. Festivalin sadık takipçilerini şaşırtan bu karar, kafalara soru işaretleri ekmişti. Festival ekibi, bu soru işaretlerini hasadından önce toplayarak “SineBellek” gösterimleriyle çıkageldi. Geçmiş festivallerin en beğenilen filmlerini derleyen ekip, Ankaralı’ları salonlara toplamayı başardı. Usta yönetmen Jean Renoir‘ın Oyunun Kuralı (La Règle du Jeu, 1939) bu seçki içindeydi. Prof. Dr. Oğuz Onaran’ın filmin hemen ardından gerçekleştirdiği film okumasıyla hem Renoir’in sinemasının tipik özelliklerine değinildi hem de özel olarak film incelendi. Bu  yılki programda I.Dünya Savaşı’nın 100.yılı olması sebebiyle savaşın etkilerini anlatan filmler var. Kadın ve Yabancı ile açtığımız fasıl, Renoir‘nın Oyunun Kuralı‘ndan iki yıl önce çektiği Harp Esirleri (Le grande illusion, 1937) ile devam ediyor. Böylece festivalin Renoir sevdasını keşfediyoruz. I.Dünya Savaşı tüm şiddetliyle devam ederken bir Alman uçağı, içinde iki Fransız’ın olduğu bir başka uçağı vuruyor. Uçaktan çıkan biri oldukça kibar, diğeri daha haşin olan iki Fransız, uçaklarını vuran Alman komutan tarafından gayet rahat bir şekilde ağırlanıyor. Sonra prosedürler işliyor ve esaret günleri başlıyor. Savaş karşıtlığıyla dikkat çeken filmin II.Dünya Savaşı öncesinde çekilmiş olması, ülkelerin o dönemki sinemaya sırt çevirdiğini düşündürmüyor değil. Toplumun üst kısmını oluşturan bireylerin kazanma arzularının, dünya tarihini büyük ölçüde etkilediği malumunuz. İşte, film bu arzular henüz filizlenmemişken geçmişten ders alınması gerektiğini savunarak türünde ayrı bir yere yerleşiyor. 1945 yapımı Roberto Rossellini başyapıtı Roma Açık Şehir’de (SineBellek kapsamında gösterilmişti) gördüğümüz ve ikna etmekten uzak (oysaki ikna olmaya meyilliydi seyirci) asker karakterinin öncülü Harp Esirleri‘nde yer alıyor. Düşmanına saygıda kusur etmeyen bu karakter nezdinde umudunu paylaşmakta kararlıymış Renoir. Bu bağlamda, Alman asker, filmde uzun aralıklarla görünüyor ve silah ateşlemesine rağmen içten içe barış diye haykırıyor. Bu roldeki Erich Von Stroheim‘in kabiliyetli olması filmin gücüne güç katıyor. Meraklılara duyuralım, Von Stroheim 1920′lerde çektiği filmlerle de bilinir. Filmin unutulmazlığına katkı sağlayan bir diğer nokta, komedi-dram arasındaki ilişki. Oğuz Onaran, SineBellek zamanı bu ilişkinin başka filmlerde de karşımıza geleceğini söylemişti. Nitekim öyle de oldu. İki Fransız, esir tutuldukları kamptaki yoldaşlarıyla çarçabuk kaynaşıyor. Tuhaflık kokuyor koğuşta. Avaz avaz bağırarak anlatılan kuralları ‘şaka yollu’ ihlal etmeye çalıştıkları gibi, gizliden gizliye ortadan kaldırmaya çalışıyor. Mizahın tavan yaptığı dakikalardan (kadın kılığına girme ve uzun bakışlar) trajikomikliğe (kamp değişimi) ve son tahlilde trajediye geçiş pek leziz doğrusu. Yaklaşık bir saate tekabül eden bu bölümde, Renoir yönetmenlik becerisini konuşturmuş. Kamp değişimiyle feda edilen değerler, arkadaşlığın daha doğrusu yoldaşlığın o dönemde kan bağından öte olduğunu ifade ediyor. Atılan her adım, ödevlerin katılığını yumuşatmadan atılıyor. Filmin ikinci yarısında ‘geride kalanlara’ eğiliyor Renoir. Bunu da çok  karışık bir  güzergâhı kullanmadan yapıyor. Ana karakterlerin duygularıyla hareket ettiğini bir anne-kız vesilesiyle gösteriyor. Dürüst olalım, ilk bir saatte ağzımıza çalınan balı çabuk yutuyoruz. Film içinde iki film seyrettiğimizi düşünüyoruz. Komedi-dram ilişkisinde fren yerine yanlışlıkla gaza basılıyor ve sömürüye kadar (çocukla birlikte) gidiliyor. Karakterlerin samimiyetleri sağolsun, inkar etme gibi durum söz konusu değil. Fakat bilip de bilmezden, görüp de görmezden gelmeyi yeğliyoruz. Geride kalanın da yaşaması için umuda ihtiyacı var. O da, Fransız asker tarafından gelecek zaman kipinin bol miktarda kullanmasıyla sağlanıyor. Tüm bunlara rağmen, bugünlerde rastlayamayacağımız türden bir sinema, hemen yanımızda. “Ne varsa eskilerde var” inancını savunanlara gelsin.

Filmin Notu : 4/5

Kel Dağ / Serra Pelada

serra pelada 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

Safa Önal‘ın en başarılı filmlerinden olan Umut Dünyası‘nda, Tarık Akan‘ın canlandırdığı karakter, para biriktirip Avustralya’ya gitmek ister. Çünkü Avustralya, çalışanını önemser. En azından gidenlerin söyledikleri bu yöndedir. Festivalin ‘Güney’den’ bölümü daha ilk dakikalarda akıllara Umut Dünyası‘nı getiren, fakat zamanla farklı bir yöne kayan Kel Dağ (Serra Pelada, 2013) filmini takdim ediyor. Avustralya yerine Brezilya rüyalar ülkesi. Eli yüzü düzgün bir film olmakla beraber, genel kanaatimiz ne yazık ki menfi. Lakapları ‘profesör’ ve ‘artist’ olan Juliano ve Joaquin adlı iki arkadaş, köşeyi dönmek için soluğu Kel Dağ olarak bilinen bölgede alırlar. Televizyonda altın çıkaran işçileri gören ikili, işçilerin gülen yüzlerini akıllarından çıkarmaz ve tereddüt etmekten yaşadıkları şehirden ayrılırlar. Üstelik biri doğumuna az kalmış eşini bırakıp gider. Zamanla dostlukları sallanmaya başlar, paranın tatlı yüzü uğruna insanlıktan çıkarlar. Sahici sayılabilecek bir Brezilya fonunda, içi doldurulamamış karakterle hikayesini lime lime eden Kel Dağ, hanesine çok sayıda eksi yazdırıyor. Eksiler az sayıdaki artıyı yutuyor. Bugünlerde Dünya Kupası öncesi suç oranının artması haberleriyle medyamızda genişçe yer alan Brezilya, herkesin herkesi vurabildiği, yan baktıktan sonra infazın kaçınılmaz olduğu, kadınların mutlaka genelevden geçtiği bir yer olarak tasvir edilmiş. Polisin uğramadığı mahallerde, sıkılan her kurşun kısa süreli korkutsa da birkaç dakika sonra hayat normale dönüyor. Suçsuz kulun olmadığı bu maden bölgesinde en alttan işe başlayan ikili, gün geçtikçe ceplerini dolduruyor. Başından beri en yükseğe çıkmak isteyen ‘Artist’ bizi şaşırtmazken, gebe eşinin yanına gitmeyi erteleyen Profesör hayret uyandırıyor. Artist’in kanla dansı, Profesör’ün bu hareketini masum kılıyor. Aslında seyircinin bir omzunda şeytan bir omzunda melek var.  Muhakememize karışıyorlar. Filmin en büyük eksisi, hikayenin gelişim evresinden yoksun olması. Neredeyse gelir gelmez zengin oluyor ikili. Yani öyle hissediyoruz. Yıllara yayılan öykü, karakterlerin sakallarının dahi uzamamasıyla gülünç duruma düşüyor. Zaten defalarca işlenmiş (hele ki Türkiye’de) bir meseleyi Brezilya’da anlatmak bizi mutlu etmiyor. Üstelik filmin önermeleri de tehlikeli. Soma Katliamı’nda gördük ki, denetimde eşe dosta güvenen, işçiyi sağlıksız çalışma koşullarında 20 yıllık maskelerle çalıştıran işverenler, “torbam para dolsun, başka bir şey istemem” diyor. İşveren, yapması gerekenleri maliyet korkusuyla yapmazken, işçiler birer birer son nefeslerini veriyor. Kel Dağ‘da esas işveren hüviyetindeki adam, Artist’ten daha masum anlatılmış. Daha sonra Artist’in sevgilisi olacak kızı genelevden kurtaran, madenleri kibarlıkla satın almaya çalışan, tek kusuru bir dolu patronla bir masada içki içmek olan işveren, filmin en tuhaf karakteri. Onu bekleyen sona imzasını koyan Artist olunca, yönetmenin hinlik peşinde olduğunu düşünüyoruz. Kahramanlarımızın patronlaşma süreci ve işçilerle anlaşma yaptıkları bölüm “ya işveren ol ya terk et” mesajını pompalıyor. Maden görüntülerinin ve rüya sahnelerinin başarıyla aktarıldığı Kel Dağ‘ın, cinsiyetçi ve çift finalli olduğunu, çatışma sahnelerinde Martin Scorsese’ye hayranlığını açık ettiğini araya sıkıştıralım. Bu arada polisler nerede?

Filmin Notu : 1/5

Ana

ana 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

25. Ankara Uluslararası Film Festivali, Türkiye Sineması’dan iki filmi ‘Özel Gösterim’ çatısı altında seyirciyle buluşturuyor. Ben O Değilim filmini, gürültü koparması muhtemel bir film olduğundan sakin bir anda, yani gösterimdeyken seyretmenin doğru olacağını düşündüm. Tercihimi daha mütevazı bir filmden yana kullandım. Haberlere konu olmuş bir hikâyeyi, Nazife Nine’nin hikâyesini perdeye getiren Ana, elindeki potansiyelin farkında olmayan, teknik yönden ciddi anlamda sorumlu, hızlı çekilmiş bir film. Son yıllarda sıkça karşımıza çıkan kayıp çocuk meselesini merkeze alan, fakat eleştirisi kimsenin duyamayacağı şekilde dile getiren Ana, sadece 62 dakika sürüyor. Filmin konusu şöyle: Nazife Nine’nin oğlu 90lı yıllarda dağa çıkmıştır. Evlat hasreti derinlere kazınmış. Yanında diğer oğlu ve torunu olmasına rağmen sessiz. Evlerinin yakınındaki inşaatta çalışan işçilere yemek götüren kadın, bir haber alır. İki işçi, kadının oğlunu tanıdıklarını söyler. Nazife Nine, işçilerden oğluna birkaç şey götürmelerini ister. İşçiler, teslim için yol alırken Erzurum’da yakalanır. Nazife Nine, “yardım ve yataklıktan” ceza yer ve hapse atılır. Bir süre sonra ev hapsine çevrilen cezası, oğlunun acısıyla birleşince her şey daha da zorlaşır. İlk uzun metrajını çeken yönetmen Ebubekir Uyğur, üzerine yeterince kafa yormadığı bir film kotarmış. Oyunculuklar, samimi olmaktan ziyade yapmacık. Cümleler kulak tırmalıyor. Ağızlardan dökülen kelimelerle yüzde beliren ifadeler hiç ama hiç örtüşmüyor. Tamam, konu mutlak suretle irdelenmeli, perdeye daha çok gelmeli, ama biraz özen beklemek hakkımız. Babayı oynayan oyuncu, rol yaptığını öyle bir belli ediyor ki, ağzından çıkanlar öyle bir eğreti duruyor ki katlanmak pek zor. Film, buram buram kokan acemiliğini, Nazife Ana’yı biraz daha ön plana alarak ve kurguyu düzelterek lehine çevirebilirmiş. Nazife Ana’yı oynayan ve gerçek Nazife Ana’nın gelini olan Çiçek Babayiğit, göründüğü sahnelerde tek kelimeyle harcanmış. Tekrara düşen sahneler (abdest alma gibi) karakterin masumiyetini perçinlemek için konulmuşa benziyor. Keşke bunlar yerine hikayeyi destekleyen diyaloglar, sahneler olsaymış. Tabii tüm sıkıntılar aşılsa bile, sinemamızın düştüğü en büyük tuzağa düşüldü mü kurtulmak bir hayli güç.  Film, önce gösteriyor, sonra gösterdiklerini kelime kelime anlatıyor.  Beklentilerimi yüksek tuttuğum Ana‘da, büyük bir hayalkırıklığına uğradığımı söylemeliyim.

Filmin Notu : 1/5

Salyangozlar ve İnsanlar /Despre oameni si melci

despre oameni si 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

Devletin sayısız kâr amaçlı politikalarından özelleştirme, ‘cilâla ve sat’ düşüncesini meşrulaştırır. Yatağan örneğinde gördüğümüz gibi, sesler yükseldiği an saldırılara geçilir. Bol gazlı, bol mermili… Küreselleşe küreselleşe helâk olduğumuz bugünlerde, reformist politikaymış gibi allayıp pullayan özelleştirmenin sinemaya yansıması kaçınılmazdı. Yatağan işçilerinin mücadelesi henüz sinemasal anlatıda vücut bulmamışken yakın coğrafyadan bir örnekle yetinmemiz gerekiyor. Hemen belirtelim, emniyet güçlerinin göründüğü fakat ‘kahraman’ olmadığı bir film bu. Romanya’da devlete ait bir fabrikanın (otomobil vb. üretimi var), Fransızlar’a satılmasını konu alan Salyangozlar ve İnsanlar (Despre oameni si melci, 2012) fabrika işçilerinin gösterdiği dayanışmanın altını -biraz korkak da olsa – çizerek bir çözüm önerisi sunuyor. Fransızlar’ın gıda işine yöneleceğini (salyangoz konservesi) ve sadece 300 kişi çalıştıracağını duyan işçiler, fabrikayı satın almak istiyor. Fakat ‘madem üretiyoruz, sahibi de biz olalım’ demiyorlar; ideolojinin yanına yaklaşmıyor, yaklaştıklarındaysa sanki mayına basmış gibi duruyorlar. Neyse ki ellerini bir an olsun bırakmıyorlar. İşçiler, ihtiyaçları olan meblağı bulmak için başlıyorlar düşünmeye. Filmde öne çıkan işçinin televizyonda gördüğü bir reklam, ampülün yanmasına sebep oluyor. Sperm bankasına sperm satılacak ve gerekli para kazanılacaktır. Bütün fabrika çalışanları buna ikna edildiğinde fabrikayı almak için ortada mani kalmayacaktır. Cinsel güçleriyle övünen işçiler, yolun bitmesine ramak kala bastıran kültür fırtınasında alabora olacak ve sisteme taş atacaklardır. Konudan da anlaşılacağı üzere, ender rastlanan gariplikte bir film selamlıyor bizleri. İşsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan işçilerin, mizahtan ve birlikten bir an olsun bile vazgeçmemesi, Gezi’nin kattığı güzellikleri hatırlatıyor. İnce espriler, karakterlerin aksesuarı oluyor adeta. Politik olarak daha cesur olmamasına alışmak üzereyken(!),  kalın duvarlı bir yapı oluşuyor. Bu minvalde eritilen fabrika yetkilisinin söylemleri, verilen mücadelenin özgürlükle açıklanmayacağını kastediyor. “Özgürlük diye tutturdunuz, alın size özgürlük!” benzeri kelamlar eden sorumlu, fakirleşmenin sorumlusu olarak çok uluslu şirketleri /egemen güçleri değil, işçileri görüyor. Müstekhaktır deyip geçiyor. Filmi seyrettikten sonra, yönetmen Tudor Giurgiu‘ya ‘neden’ diye sormak isteyebilirsiniz. Ana mevzunun yanında, başroldeki işçinin inişli çıkışlı hayatına da yer veren film, bu kısımdaki gelişmeleri kati suretle dramatize etmiyor. Buna rağmen, kahramanımızın hemen arkasından gelen sekreterin, romantizmin dibine vurarak rahata erecek olması rahatsız ediyor. Üstelik genç kadında mantıktan eser yok. Yalan işiten kadının, bir sonraki sahnede karaokeye “tav olması” , hem kadınların kolayca kandırıldığını gösteriyor, hem de çoğunluktan beslenerek ilerleyen filme ihanet ediyor. Romanya’da kadınlar birleşmez mi sahiden? Fransız eş kontenjanından birçok hakka sahip olan kadının sayesinde kurgulanan ve salyangozlarla insanların aynı karede oldukları final, belki birliktelikten feragat etmiyor, ama kabına sığmayacak bir keşke sunarak üzüyor seyirciyi.

Filmin Notu : 3/5

Tabu

tabu 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

Sinemaseverleri son yılların en başarılı programlarından biriyle doyuran 25. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin gözde bölümlerinden birisi de Güney’den.  Altı filmi kapsayan bölümde seyrettiğim üçüncü film olan (diğer ikisi, unutulması mümkün olmayan Blancanieves ve Amerikan sinemasına yanaşmaya çalışan Serra Pelada)  Tabu,  festivalin şanına yakışıyor. Festivalde ilk gösterimini yapmadan önce bile film ile ilgili cümleler havada uçuşuyordu. Fuayede Tabu, dışarıda Tabu…  Daha önce !f İstanbul‘da gösterilen Tabu, iki bölümden ve aylardan-yıllardan oluşuyor. Film, içine girmesi zor olan bir sahneyle açılıyor. Bir belgesel kıvamında olsa da, kasvetli bir romanın, karakterlerden bahsetmeden önce kurduğu ve açmazın bol olduğu bir resmi andırıyor. Semih Kaplanoğlu‘nun ‘süte gelen yılanını’ anımsatan timsahla zamanlar arası ilişki kuruluyor. Süt filminde geliş varken burada kaçış söz konusu. Egemen olan melankoli de filmin ruhunu oluşturuyor. İlk bölümde Pilar adındaki kadının dünyasına bakıyoruz, daha doğrusu öyle sanıyoruz. Gereğinden fazla gözüken komşu Aurora’yla kafamızı karıştırıyor. Pilar ve Aurora arasında adını koymakta güçlük çekeceğimiz, fakat gece yatmadan önce dualarda bile kendini gösteren bir bağ var. Kızıyla iletişimsizlik sorunu yaşayan Aurora, hizmetçisi ve Pilarla kurduğu diyaloglarla varoluyor. Bir süre sonra Aurora yavaş yavaş çekiliyor ama seyirciye, içine girilmesi daha kolay olan ikinci bölümü armağan ediyor. Bu bölümde daha genç olarak tekrar merhaba diyen Aurora, yasak aşkının anlattıklarında saklı. İhanet gibi görünse de, ayıplamayacağımız bir aşk seyrediyoruz. İç seslerin baskın olduğu bu bölümde, edebiyat etkisi suratımıza tokat gibi çarpıyor. Karakterlerin mektuplaşmalarının ‘sesle’ verildiği an allak bullak ediyor.  Duygu yoğunluğunun had safhada olması, dejavu yaşatıyor. Fakat perdede değil, edebiyatta.  Sanki Sabahattin Ali’nin karakterleri tek vücutta seslendiriliyor. Kürk Mantolu Madonna’daki mektuplaşmanın bir benzeri yaşanıyor. Ayrıca, Aurora, Kuyucaklı Yusuf’taki  Müzeyyen’in değişmeden önceki halini andırıyor. Sevdalısı Luca Ventura’da Yusuf gibi gamsız gamsız yaşarken Aurora’nın aşkıyla farklı bir adam oluyor. Kıskanılacak bir senaryoya sahip Tabu, esas olarak bir aşk hikayesini tüm incelikleriyle anlatıyor, tabii sadece bu da yok. Sömürgecilik konusunda da dile geliyor Tabu. Afrika’dan gelen ve itaat etmekle yükümlü insanın ‘kuyu kazdığını’ düşünen yaşlı Aurora, gerilim ihtimalini her daim yüksek tutuyor. Genç Aurora ise, farkında olmadan uzun yıllar sürecek olan bir toplumsal sorunu başlatarak ‘bitti’ deyiveriyor. Film, yaratıcı final ‘belleksizliğimize’ isyan bayrağını açıyor. 2012 Berlin Film Festivali’nde iki ödül alan (biri FIPRESCI) ve siyah beyaz görüntüleriyle mest eden Tabu, kendine Portekiz sinemasında locadan yer kapıyor. Nefis görüntülerin başarılı senaryoya eşlik ettiği filmi “bana bir film söyle, hiçbir şeye benzemesin” diyen sinemaseverlere öneriyorum. Çok yaşa Miguel Gomes!

Filmin Notu : 4/5

Ölümü Beklerken / La mort en direct

la mort 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 4

Festival kitapçığındaki konusuyla ilgi uyandıran ve medyanın kirli yüzünü, zamanından önce ifşa ettiği söylenen Ölümü Beklerken, beklentilerimin yüksek olmasından ötürü hayalkırıklığı yarattı. Dev yönetmen Bertrand Tavernier‘in filmi, Ulusal Yarışma Filmleri hariç Büyülü Fener Sineması’nda tek gösterim yapan iki filmden biriydi. Konunun cazibesine bir de bu tek gösterim olayı eklenince merak katbekat arttı. Fakat, sonuç hüsrana dönüştü. Film, Tavernier‘in sinemasına içerik olarak yakışmıyor. Bir roman uyarlaması olmasına rağmen, ne yaptığını tam olarak bilmiyor. Senaryonun çıkış noktası, yıllar sonra Truman Show’da da göreceğimiz ipin ucunu kaçıran medyanın varlığı. Medya, kendisine kurban arıyordur. Romy Schneider‘in canlandırdığı Katherine’e öleceğini söylenir. Bu şok yetmezmiş gibi  ölümü bir televizyon programına konu olacaktır. Bir anda neye uğradığını şaşıran kadına sürekli “razı ol” denilir. Üstelik ‘bedavaya’ da razı olmayacaktır. Zeki bir kadın olan Katherine, son anlarını huzur içinde yaşamak için kaçmaya karar verir. Kaçarak kurtulduğunu zannederken yolda Harvey Keitel’in canlandırdığı Roddy’ye rastlar. Roddy’nin varlığıyla daha rahat nefes alan Katherine, programın başladığından habersizdir… Konudan da anlayacağınız üzere, ziyadesiyle enteresan bir film Ölümü Beklerken. Çıkış noktası, o dönem için yenilikçi. Röntgenciliğe alıştırılmış toplum da tanıdık. Fakat, senaryodaki boşluklar bu toplumu gözlemlememize müsaade etmiyor. Halk ihmal edilmiş. Katherine’nin ölüme giden yolu televizyonda oynuyor, fakat bizim görebildiğimiz birkaç çift göz. Yorum yapılmıyor. Tabi ki halkın, Katherine’in hayatına burnunu sokan medyayı eleştirmesini beklemiyoruz. Senaryo talep konusunu görünür kılmayıp Roddy ile birlikte güzel bir yere çıkması ihtimal dahilinde olan bir sapağa giriyor. Roddy, savaş yıllarından kalan fobisiyle ve tatlı serseri haliyle dikkat çekiyor. Kazara bir kavgaya karışarak (film boyunca karşımızda çıkan pankartlar ve çadırlarla Roddy’nin tepkisi anlamlı) nezarethaneyi boylaması  ve sonrasında ortaya çıkan köy-kent ayrımı yüzeysel ele alınmış. İlginçtir, burada gördüğümüz polis tiplemeleri basit cümlelerle dertlerini anlatıyor, fakat karikatürize değiller. Ayrıca bu sahnede anlıyoruz ki, Roddy, kendine ait bir filmde daha derli toplu görünürdü. Filmin akılda kalan az sayıda sahnesinden birinde Roddy, Katherine’le yan yanayken değil, onu televizyonda görürken yakınlaşıyor. Yani kendi kamerasıyla Katherine arasında bir başka görüntü giriyor. Hakkını verelim, çok iyi yazılmış bu sahne. Filmde, buz kütlesine benzeyen medyanın asla erimeyeceğini savunan televizyon görevlisi rolünde Harry Dean Stanton var. Bu karakter filmde zaten ayan beyan ortada olan şeyleri, bir bir açıklama gafletine düşüyor. Tavernier ise net olsun diye vicdanını rahatlatmış oluyor. Bütün eleştirilerimize rağmen, teknik yönden ustaca kotarılmış Ölümü Beklerken. Pazarda geçen kovalamaca sahnesinin unutulmaz olduğunu belirtelim. Bu sahnede ilk kez bir filmde yer alan gencecik Robbie Coltrane’i görebilirsiniz.

Filmin Notu : 2/5

***

Oğul Can Çomak

25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 5

$
0
0

Komşu Sesler / O Som Ao Redor

ankara 1 2 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 5

Manzara deyince, akla ya içinde kaybolmak isteyeceğimiz bir deniz ya da oksijeni bol bir yeşillik geliyor. Ev kiralarken/satın alırken emlakçıların kozu da genelde böyle manzaralar oluyor.Birçok filmde rastladığımız emlakçı profili de gerçeğe yakın görünüyordu. Ta ki geçtiğimiz yıl !f Ankara’da gösterilen, bu yıl 25.Ankara Uluslararası Film Festivali’nin programında yer alan bol ödüllü Brezilya yapımı “Komşu Sesler” filmini görene dek.Filmdeki emlakçı, bir anne kıza evi gezdirirken manzaranın güzel olduğunu söyler.Kamera dışarıya döndüğünde görürüz ki, güzel manzaradan kastedilen iki büyük binadır. Festivalin Güney’den bölümü kapsamında gösterilen Komşu Sesler, çok katmanlı yapısını bizlerle paylaşırken gerçekçiliği elden bırakmıyor ve hiçbir karakterini “oyunculukta sahtecilik” suçundan ihbar etmiyor.Eh, ortada ihbar olmayınca biz de hüküm vermiyoruz. Üç bölümden oluşan filmde, Brezilya’nın gelir düzeyi “ortada görünen” mahallerinden birine iniyor kamera. “Bekçi Köpekleri” adı verilen ilk bölüm, Brezilya’daki “emniyet hassasiyetinin” en alt basamağını kapsıyor. Komşusunun durmaksızın havlayan köpeğine katlanamayan bir kadın, köpeğe uyku hapı veriyor. Emniyet hassasiyetinden feragat eden kadın, görevi korumak/korkutmak olan bir hayvana etik olmayan yollarla müdahale ediyor.İkinci bölümün adı “Gece Bekçileri”. İlk bölümün sonlarına doğru ortaya çıkan ve köpekten hemen sonraki basamağı teşkil eden gece bekçilerini tanıtıyor.Bekçiler mahallede kuş uçurtmamaya kararlı görünse de zamanla bu hassasiyetin de suyu çıkıyor.Dallanıp budaklanmış bir konuya ev sahipliği yapan “Korumalar” adındaki üçüncü bölümdeyse, kendilerine daha kapalı bir dünya sağlamaya çalışan insanlar görüyoruz. Mahalle “huzurlu bir aile ortamı” imajı verirken, cüzdanı şişkin kişiler ,kendi davaları için gece bekçilerinin özel koruma olmasını talep ediyor. İşte böyle cezbeden hikayelere sahip Komşu Sesler, Michael Haneke gibi bir üstadın eserlerini de selam yolluyor. Haneke’nin üç filmi, “Bilinmeyen Kod”, “Kurdun Günü” ve “Saklı”, Komşu Sesler’in fısıltı seviyesinde kalmamasına yardım ediyor sanki. Bir nevi görünmez el. Filmde, Haneke’nin  sinemasal yollarla sorduğu “korunaklı dünyanızın kapısına hiç umulmadık bir anda bangır bangır vurulursa, ne yaparsınız” sorusu biraz deforme edilmiş halde okunabilir. Tabi fonda sakin Avrupa yerine suç cenneti Brezilya var. Bilinmeyen Kod’daki kimlik bazlı tesadüfler,  Kurdun Günü’ndeki sığınma olayı, Saklı’daki mekan gerilimi Brezilya’nın sosyal resmiyle birleşince ortaya yaratıcı bir iş çıkmış.Sosyal resim içinde, sistem eleştirisine soyunmak ve bunu birbirinden iyi tasarlanmış karakterlerle yapmak Komşu Sesler’in başarısı. Hakkaniyetli olduğu da ortada. Sözgelimi,türlü türlü suçların(uyuşturucu satışı, hırsızlık) kanıksandığı mahallede, görevini layıkıyla yapamayarak suçlu koltuğuna oturtulmak istenen apartman görevlisi yasalarla korunuyor. Biraz iyimser algılanabilir.Bunun gibi bütünden ziyade parçalara odaklandığımızda, filmi daha da içselleştirmek mümkün. Çünkü film, sunulan karakterlerden hangisinin daha yakın olduğunu  düşünmemize -ferah bir anlatım tarzını benimseyerek- imkân sağlıyor. Tüm bu tantanada, bazı hikayelerin fazlaca yer tuttuğunu düşünülebilir.Örneğin, Brezilya’nın tarihi dokusuna dair gözlemler yapabildiğimiz “keşif” bölümü, belgesele göz kırpsa da diğer hikâyelere eklemlenemiyor. Nitekim, bu bölümdeki kadının sahneden apansız çekilmesi görüşümüzü kuvvetlendiriyor. Bunun dışında, küçük mesajlar barındıran bazı sahnelerin de kaynağını söylemek mümkün. Emlakçının ailesi de köpeği uyutan kadının ailesinin yanında sönük kalmış. Yönetmen  Kleber Mendonça Filho, sahnelerin ağırlığını, emlakçı ve ailesi vererek hata yapmış. Sosyal açıdan daha çok doyurucu olduğunu düşünmüş olmalı.Toparlayacak olursak, artıları eksilerinden çok çok fazla olan bir film Komşu Sesler. Unutulması zor bir açılışla, oyun ve istirahat alanı kavramını yerle bir eden film,lafını sakınmamasıyla da dikkat çekiyor. Festivalin çıt çıkmadan seyredilen filmlerinden biri oldu. Siz de Komşu Sesler’in gürültüsünün emniyet şeridine çarpmasına müsaade etmeyin!

Filmin Notu : 3.5/5

Rekonstrüksiyon / Reconstruction

ankara 2 2 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 5

Taze Altın Palmiyeli Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmini hatırlayın. Devlet görevlileri yanlarında bir mahkumla beraber bir cinayeti daha görünür kılmak için yol alır. Yolculuk esnasında sinirler gerilir, hesaplaşmalar yaşanır. Yazıya bu filmin elini tutarak giriş yapmamın nedeni, Romanya’nın, 1968′te Bir Zamanlar Anadolu’yu tema olarak hatırlatan ama ondan fersah fersah önde  bir film çekmesi. Nuri Bilge Ceylan alınmasın, onun filmini de pek severiz ama “Rekonstrüksiyon”, öyle her zaman denk gelebileceğimiz bir sinema örneği değil. Türkçe’de yeniden yapılanma anlamına gelen Rekonstrüksiyon, hem Romanya’ya(Çavukesku’nun ilk yılları) hem de karakterlere “haydi, yeniden” dedirtiyor. Bir ağlatan mizah filmi olan Rekonstrüksiyon, kamera önünde rol yapan delikanlıyla açılıyor.Ağzından kan gelen genci doğal olarak soru işaretleriyle karşılıyoruz. Zaman geçtikçe, her biri ayrı renk olan karakterlerle tanışıyoruz ve anlıyoruz ki “toplumsal amaçla” bir film çekiliyor. Film ekibi, devlet görevlilerinden ve iki gençten oluşuyor. Bir de onları izleyen, film boyunca sütyeni ve külouyla dolaşan hafif delişmen bir kadın var meydanda. İki genç, vakti zamanında içkinin tesiriyle kavgaya tutuşmuş ve sonrasında kodese girmiş.Şimdi kodesten çıkma şansları var.Alkolün tü kaka olduğunu gösteren bir filmde oynarlarsa salıverilecekler.Bu şansı tepmezler ve motor denilir.Ekip elini çabuk tutmalıdır, çünkü civarda önemli bir maç vardır.Bittikten sonra ne olacağı belli olmaz. 25.Ankara Uluslararası Film Festivali’nde iki filmi olan Rumen yönetmen Lucian Pintilie(diğer filmi 2001 yapımı Bir İşkencecinin İkindisi), 35 yaşında çektiği ikinci uzun metrajında dönemin politik zemininde sık sık düşse de nitelikli bir iş ortaya koymuş. Seyirciyi bir an olsun sıkmayan filmin kucağında taşıdıkları, esas olarak devlet görevlilerinin aracılığıyla seyirciye aktarılmış. Gençlerin çılgın hallerine bir türlü alışamayan, zırt pırt duran çekimlerde “ya sabır” diyen görevlilerin zamanla sıfatlarından sıyrılarak gençleri anlaması dönemin ruhuna hitap ediyor. Yönetmen Pintilie,  Horia Patrascu ile girdiği senaryo işbirliğinde, ana karakterleri ihmal etmeden bir tür kılavuzluğa soyunuyor. Devlet görevlilerinin bu bağlamda geçirdikleri değişim şahane. Hiyerarşinin en üstünde yer alan savcı, “üstte” olmanın verdiği ağırlıkla işleri yürütmeye çalışıyor. Öyle bir adam ki beyaz takım elbisesiyle dere kenarında kestirebiliyor. Maalesef en üsttekinin eleştirilmesi her yönden daha “tatlı” olabilecekken, savcı muallakta kalan yegâne karakter olmuş. Finalde nerde durduğu pek önemli. Pintilie, en üstü en az eleştirerek, daha doğrusu  onun söylemlerini kısıtlı tutarak içinden bağırmış. Fakat katiyen bir otosansürden bahsedemeyiz, şayet bahsedersek diğer iki karaktere haksızlık ederiz.Savcının hemen altındaki emniyet mensubu, kulak tırmalayan sesi ve sırt çeviremediği anılarıyla filmin açık ara en keyifli karakteri. Gaddar bir devlet görevlisi gibi görünürken, gençlerle konuştuğu andan itibaren daha samimi oluyor.Batı’nın sert emniyet mensuplarını hatırlatmadığı anlarda, sanki onu gözlük niyetine takıp Romanya’ya bakıyoruz. Bir alttaki profesör, başından beri gençlerin yanında yer alan ve dengeyi sağlamak için didinen bir karakter.Eğitim neferi olunca aksi bir durum düşünülmüyor. Ne yazık ki, sinemadaki meslektaşları gibi  dimdik duramıyor. İçki şişesinde kayboluyor. O da tartışmasız bir biçimde filmin en karamsar karakteri. Adeta Romanya’nın geleceğini resimliyor. Başına geleni hazmetmesi, bize bir yerlerden tanıdık geliyor. Tüm bu politik referanslarla birlikte, ağlatan mizah başlığının içi yeterince doldurulmuş. Buna en büyük katkı gençleri oynayan oyunculardan. Pek sempatikler. Onların çaresizliklerine rağmen devleti avucunun içinde oynatabilmeleri, protest bir bakış açısı. Devletin onları yönlendirmesi gerekirken, saz onların elinde. Bir yerden tanıdık geldi mi? Tabi savcıda hatalara düşen Pintile, bu protest seslenişi de filmin tamamına yayamıyor. Finalin, iyi çekilmiş olmasına rağmen-beklentileri karşılayamaması üzücü. Erkek egemenliğinde geçen filmde arada bir gözüken kadın, belki “gözetleyen” konumunda olmasından dolayı yama durmuyor, ama gençlere bulaştığı an farklı yöne kayıyor. Olmasa da olurmuş dedirtiyor. Kadından rol çalan kazlarsa, sembolik olarak filme cuk oturuyor. Son tahlilde, filmden çıktıktan sonra büyüleniyormuş izlenimi veren, biraz düşündükçe irtifa kaybeden bir film Rekonstrüksiyon. Tabi son ana kadar etkileyiciliğinden bir şey kaybetmiyor.

Filmin Notu : 3.5/5

Gençler / Young Ones

ankara 3 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 5

Sinemada “distopya” kelimesinin kullanımının artması, akla ister istemez “kaos  paraya çevirilir” cümlesini getiriyor.Geleceğe yönelik negatif ya da bir şekilde kötülükle harmanlanan pozitif bakış açıları, 70 ler ve 80 ler boyunca perdeye gelmiş iyi örneklerle oluşmuş ve trend yaratmıştı.Mad Max,Blade Runner , Brazil (festival programında mevcut) gibi dünya sinema tarihi sayfalarına altın harflerle yazılmış filmlerle büyüyen kuşak, konusunda “distopya” geçen filmler görünce irkiliyor. Yaş olarak genç kuşak içinde yer alsam da, hatta az sayıda distopik film seyretmiş olsam da, Jake Paltrow’un yönettiği ve S.E Hinton’ın kısa hikâyelerinden esinlenen “Gençler” , çöl ortamında vuku bulan standart intikam hikâyesi olarak tekrara düşüyor .”Su Dünyası” filminin susuz versiyonu sayılabilecek Gençler, “Susuz Yaz” filminin her şeyi olan mülkiyet kavramını “özelden vahşiye” doğru döndürüyor. Yönetmen Jake Paltrow sinemacı bir aileden geliyor. Babası Bruce Paltrow senarist-yönetmen-yapımcı, annesi Blythe Danner ve kardeşi Gwynelth Paltrow(aralarındaki benzerlik inanılmaz) oyuncu. Gençler, yönetmenin ikinci filmi. İşleyiş bakımından farklılıklar içerse de, potansiyeli olan bir konuyu harcayıp klişe bir intikam öyküsüne çevirmesi çok büyük hata. Üstelik “gelecek-sever” düşüncelerini bir robotla açıklamaya kalkarak gülünç duruma düşüyor. İlk gösterimini Sundance’da yapan film, suyun kıt olduğu bir zamanda geçiyor. İnsanlar bir bir köşelerine çekilmiş ve kendi yağlarında kavrulmaya çalışıyor. Alkol bolluğu yaşanırken, az sayıda kalmış kuyuları korumaya çalışıyor insanoğlu. Üç kahramanımız var. Ernest Holm, Flem Lever ve Jerome Holm. Ernest ve Jerome baba-oğul, Flem ise aileye musallat olan uçarı bir delikanlı. Büyük puntolarla yazılan bölüm başlıklarında afişe olan kahramanlarımız, kötülük-iyilik arasında tereddütsüz gidip geliyor. Ernest Holm(ilk bakışta Ewan McGregor sandığım Michael Shannon), eşinin yatağa düşmesinden sorumlu.Çevresinde su kaynağı için adam vuran bir kişilik. Oğlu ve kızıyla birlikte yaşıyor. Ernest,”Dünyalar Savaşı” filmindeki Tom Cruise’ın yapmacık haline bir tur bindiriyor.Su sorunlarını ivedilikle çözmesinin yanı sıra, babalık görevlerini de noksansız yapmak zorunda. Ee, babalık kıyamet falan dinlemez. Oğlu Jerome’u(Kodi Smit-McPhee) adam etme dersleri kıyametle birlikte anlam kazanıyor. Ernest, oğlunu mayın tarlasında yaşatmak zorunda. Reis namzeti ne de olsa. Daha önce birçok filmde gördüğünüz mevzuyu, çorak topraklarda anlatmak pek bir şey katmıyor. Eğitim sürerken, Ernest’in üzerine titremediği kızı Mary(Elle Fanning) teselliyi yaşça büyük Flem’de buluyor. Bu bölümde “Hava bile parayla satılacak” esprisini “suya” çevirerek  enfes bir taşlama gelebilecekken, bir tür hesaplaşma peyda oluyor ve ikinci bölüme geçiyoruz. Flem(Nicholas Hoult), paranın konuştuğuna inanıyor. Bir tür kontrol mekanizmasını ele geçirdikten sonra, saklı kaynaklardan cennet kurmaya hevesleniyor. Reisliğe aday olmadan uzanıyor. Her ne kadar aile kuruyormuş gibi görünse de, özünde bencil. Kağıt üstünde geçer not vereceğimiz bu karakter perdede lime lime oluyor. Hoult’un berbat oyunculuğu ve kötü adamlığı becerememesi filme zarar veriyor. Senaryo da kötü oyunculuğa omuz vermek için bir çocuk satışı meselesi koyuyor ortaya.Günahları yeterli seviyede olan Flem’e çok manasız bir günah eklemek pek akıl kârı değil.Oğul Jerome, üçünci bölümün yıldızı. Yıldız diyoruz, çünkü vahim bir hadise sonrası anında büyüyor. Kalıbının adamı oluyor.Karakalem çalışmalarıyla içindeki özgür ruhu azad etmek üzere olduğunu anladığımız Jerome, içindekileri görmek için çabalamasa da, feleğin çemberinden geçerken bir bir görüyor cevherlerini. Şerefini kurtarmak adına, sonuçlarını düşünmeksizin adım atıyor. Finale doğru, “büyüdüm ben” bakışlarıyla babasına layık bir evlat oluyor. Üçüncü bölüm, suyu iyice unutuyor ve tamamen intikama odaklanıyor. Böylelikle anlıyoruz ki su, klasik şablonu bize yutturmaya çalışanların silahı olmuş. Yönetmen, bir çocuktan kahraman yaratmak istemiş. Tüm bunlar olurken, sadece perdeyi dolduran Mary hakkında da birkaç laf etmeli. Kuşağının en yetenekli aktrislerinden olan Elle Fanning’i böyle arkalarda görmek hoş olmamış.Üç erkeği de birbirine bağlamasını tercih ederim.Hikâye onunla şaha kalkabilirdi. Tabi bir de tek cümleyle bahsettiğimiz, ama filmi 180 derece döndüren “robot” var. Jake Paltrow, bir gelecek filmi çektiğinden midir bilinmez, dostluk kavramını epey değiştirmiş. Bugüne kadar binbir çeşit hayvanı ve hatta robotları dost kimliğiyle gördük. Fakat bu filmde gördüğümüz robot, görüntü alabilen bir lassie, bir beethoven gibi. Teknoloji iyi ki gelişiyor! Yazıyı bitirirken, oldukça basit bir hikâyeyi şık bir ambalajla önümüze getirerek bizi kandırma teşebbüsünde bulunan Jake Paltrow’a , hem daha gidecek yolunun olduğunu hem de biraz mütevazı filmler çekmesi gerektiğini  -”bu ne cüret” tarzı tepkileri göğüsleme pahasına -dile getiriyorum.

Filmin Notu : 1/5

Kulüp Sandviç / Club Sandwich

ankara 4 25. Ankara Film Festivali Günlükleri: Bölüm 5

Ergenlik dönemi, beraberinde heyecan getirir. Çabucak büyümek isteyen birey, yaşamın en sallantılı bölümünde oynarken, onu büyük gösteren özelliklerle beslenerek iyi bir oyun vermek ister. Ergenliğin bir koz olarak kullanılması, genelde belli başlı hormonal davranışlarla gerçekleşir. Sinema, bu davranışlar arasındaki prim yapması yüzde yüz olan cinselliği tahta oturtur. Son zamanlarda Hollywood’da gördüğümüz kimlik kaybı, cinselliğin “taht oyunları” oynamasıyla meydana gelmişti.Hiç fena olmayan “Amerikan Pastası” sonrası manasızca yapılan devam filmleri(tam 7 film!) ve bu filme benzemeye çalışan ucuz filmler, kendi seyirci kitlesini yaratmış ve sadece Hollywood’u değil tüm dünyayı etkisi altına almıştı. Amerika’dan yayılan ve zihni boşaltmaya kararlı hastalık daha çetrefilli bir hâl alırken, Amerika-Meksika sınırı  Ankara’da küçük bir salonda yaratıcı bir ergenlik filmiyle geçiliyor.. Filmi yazıp yöneten Fernando Eimbcke, 2013′teki San Sebastian Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görülmüş.  Aynı zamanda 2013 Torino Film Festivali’nde “En İyİ Film” ödülünü alan “Kulüp Sandviç”, evrensel bir hikâyeyi şaşırtıcı bir olgunlukla anlatmakla beraber, bir dakikasını bile haybeye harcamıyor. Kazandıkları tatil sonrası soluğu ıssız sayılabilecek bir otelde alan anne-oğul, günlerini havuza girerek, televizyon izleyerek ve sohbet ederek geçiriyor. Ortamdan dolayı yakınlaşmak zorunda kalan anne-oğul, birbirlerine duydukları sevginin ergenlik yağmuruna tutulacağını kestiremiyor. Zaten yağmurda ıslanan oğul değil, anne oluyor. Çünkü oğul, yüzünü “yağmura dönen” bir günebakan misali döndürüyor ve açıldıkça açılıyor..Annesinin güneşi altında idare eden delikanlı, yağmurla birlikte kopuş sinyalleri vermeye başlıyor. Sinemasal tercihini dinginlikten yana kullanan Kulüp Sandviç, ele aldığı konuyu zenginleştirebilmesiyle dikkat çekiyor.Falsosu olmayan karakterleri bizlere tanıtırken, sandviçlerden, güneş yağından ve taş-kağıt-makas oyunundan yararlanıyor. Bunların her biri kendi içinde kural barındırıyor. Annenin kuralları “yürütmesi” için karşı tarafın büyümemesi şart. Bunun mümkün olmayacağını idrak edemeyen(etmeye hazır olmayan) anne,- babanın olmadığı yerde- erkeğin ergenliğini “görünen” üzerinden yorumluyor.Yukarıda dillendirdiğimiz evrensellik “anlamayan anne” üzerinden bariz bir şekilde okunuyor.Anlaşılmayansa, ergenliğin en önemli dönemeci olan cinsellik. Her ne kadar oğul, anneye cinselliği çıtlatsa da, sohbet koyulaşamıyor. Cinsellikle eften püften sohbet algısını(belki biraz efemine hâlini) defetmeye çalışan oğul, bunda başarısız oluyor. Aslında, kafamızı karıştıran, fesatlık mı yapıyoruz diye düşündüren bir ensest fikrine kapılmıyor değiliz. Yönetmen böyle bir imaya giderek ergenliğin tartışılacak kısımlarının da olabileceğini aktarmış.Bütün  bu algıyı yıkmak için bir kız geliyor otele.Üstelik metaforuyla birlikte. Bu metaforun kullanımı oğlanın rahatlaması için yerinde bir tercih.Kızın ilgisiyle afallayan oğul, ergenliğin verdiği hazla önce tatminle ve gözetleyerek tanışıyor onunla, sonra merhaba diyor. Yönetmen, tipinden üşengeçlik akan oğlana karşı, kıza “canlandırma” misyonu yüklüyor. Annenin kapalılığı bir köşede, ona ilgisini göstermekten çekinmeyen kız bir köşede. Kız tehlike de arz etmiyor.Oğlan-kız arasındaki iletişimi geç farkeden, anında mani olmak için türlü türlü oyunlara başvuran anne, ergenliğin saklı yüzlerini görmesiyle “büyüyor”. Evet, filmin büyüyen sadece oğlan değil. Sorunları öngören ve onları doğmadan mezara gömen yönetmen, karakterleri adeta otele hapsederek dış dünyayla bağı kesiyor, otel içinde fazla insan göstermeyerek sadece derdine yoğunlaşıyor. Gerçekçiliğe yapılan bu yatırım meyvesini veriyor. Bu tercihi zedeleyebilecek iki karaktere(kızın yaşlı babası ve üvey annesi) “saksı muamelesi” yapılması, yani onların ağzını kapamak, filmin lehine olmuş. Filmin dışarıdaki tek sahnesi olan sahil sahnesinde,  kadrajına üç karakteri de alan ve seyirciyi onlarla karşı karşıya bırakan yönetmen, “ben gösterdim, sıra sizde” diyor. Kısık ateşteki gerilim yemeğine, bol miktarda mizah eken, olaylar silsilesini acı acı değil de tebessümle kabul etmemize neden olan  Fernando Eimbcke kaçırılmaması gereken bir filme imza atmış. Teknik yönden de doyurucu olduğunu söylemek gerek.Bütün karakterlerin güzelliğini ortaya çıkaran bir kamera var filmde. Bu arada filmde, yönetmenin korku filmlerine olan hayranlığını açık ettiği ve çok önemli bir ustanın içinde “gece” geçen başyapıtına yer verdiği bir sahne mevcut. Sinefiller dikkat!

Filmin Notu : 4/5

 

Not : Festivalin altyazı ekibi , Usta İşi bölümünde gösterilen Brazil’de Ethem Sarısülük’ün manidar bir şekilde, festivalin son günündeki filmlerde de son makinist Ramazan Çetin’i andı. 

 

Oğul Can Çomak

The Double (2013): Bu Ben Değilim!

$
0
0

Komedyen, video klip yönetmeni ve televizyon dizisi yazarı Richard Ayoade’nin ilk filmi “Submarine”, bir romandan uyarlanan, biçimci bir keşif ve büyüme öyküsüydü. Etrafındaki gerçeklik kendisini sıktığında hayal dünyasına kaçmayı alışkanlık haline getirmiş 15 yaşındaki Oliver, bir imaj ve kişilik oluşturmak, başkalarının gözünden kendine bakmak, özel biri olmaya çalışmak gibi dertlerle boğuşuyordu bu hikayede. Ayoade’nin, Avi Korine ile birlikte Dostoyevski’nin romanı “Öteki”den uyarladığı “The Double” da yönetmenin ilk filminden çok uzağa düşmüyor aslında. Odakta, kişinin kendilik duygusuyla ilişkisi var: Başkalarının gözündeki biz, olmak istediğimiz kişi ve olabildiğimiz insan arasındaki mesafe nedir? Baskı altında ve bastırma yoluyla bu mesafeleri kapatmaya çalışmak insanın ruhunda ne gibi yaralar açar?

Ayoade, romanın 19. yüzyıl Rusya’sını geride bırakıp, zaman ve mekanın belli olmadığı, distopik bir dünya ve bir ofis ortamı yaratıyor. Her insanın bir veri yığınıyla tarif edilebildiği, köle gibi çalışan herkesten tuhaf ve katı kurallara itaat etmeleri beklenen, intihar oranının çok yüksek, insanların mutsuz ve yalnız olduğu bir dünya bu (fazlasıyla tanıdık aslında). Bu veri sisteminin muciti “Albay”, her yerde fotoğrafları ve öğütleri asılı bir baba/gözetleme figürü. Evler hücre, ofis bölmeleri tren kompartmanları gibi görünüyor. Soluk sarı ve kahverengi tonlardaki bu retro futuristik dünya, insanların düşük ruh hallerini yansıtır gibi, döküntü ve lime lime. Sadeleştirilmiş bir Terry Gilliam evreni sanki; emar çekiyormuş gibi sesler çıkaran dev fotokopi makinaları, tekmelendiğinde bunu ispiyonlarcasına ışıklar ve sesler saçan asansörler, fosforlu mavi renkte kokteyller çıkıyor karşımıza, ama öykü ve karakterlerin önüne geçmeyecek şekilde…

the double 1 The Double (2013): Bu Ben Değilim!

Hikayenin kahramanı Simon James (Jesse Eisenberg) ile gözleri kapalıyken tanışıyoruz. Bomboş trende, “Benim yerimde oturuyorsun” diyen bir yabancının ısrarıyla mecburen gözlerini açıyor. Ve gerçekten de dünyada yeri olmadığına inanan birinin çaresizliği ve ezikliğiyle yerinden kalkıyor. Dostoyevski’nin romanı da kahramanının uyanma sahnesiyle başlar. Golyadkin gözlerini açtıktan sonra bir süre uyanıp uyanmadığına karar veremez. Bir düşte midir hala, yoksa gerçek hayatta mı? Yönetmenin Eisenberg’e izlemesi için önerdiği “The Trial”ın (Orson Welles) çarpık bir gerçekliğe uyanan Anthony Perkins’i gibi, Simon James de dehşetli korku, yersiz endişe ve gerçekçi olmayan arzuların süzgecinden geçmiş, çarpık bir algıyla yaşıyor. Filmin sonunda o gözlerini kapatana kadar da, onun öznel dünyasını yaşıyoruz aslında. Günlük hayat onun için atlatılması gereken büyük badireler ve fırtınalarla dolu bir kabus. Asansöre binmek, trenden inmek gibi herkes için doğal olan günlük hareketler bile onun kendisini yetersiz hissetmesine sebep oluyor. Mükemmel görünme takıntısı, her an yanlış yapacağım korkusuyla yaşamasına yol açıyor.

Sesi kısılmış gibi hiçbir haksızlığa ağzını açamayan Simon, yalnız bir insan. O kadar ki, “kendisini yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında otursa” da para etmeyecek. Çünkü, kendisini tanımlayabilmek için yüzünü çevirdiği aynalardan (başkalarından) ona geriye bir şey yansımıyor. İnsanlar Simon’a baktıklarında iyi ihtimalle bir hiçlik görüyor, çoğunlukla onu fark etmiyorlar bile. O kadar özelliksiz ki, adeta yok. Ayoade, ayna, cam, çeşitli yansıtıcı yüzeyleri kullanarak Simon’ın bu arayışının peşinden gidiyor. Bu yansımada gördüğü kim? Hayalini kurduğu, olmak istediği insanla bu gördüğü ne kadar yakın birbirlerine? İşte bu çelişkilerle boğuşurken, kendisi olmaktan büyük utanç duyduğu bir anda gerilim ve gelgitlere dayanamayan benliği parçalanıyor. “Bu ben değilim!” diye bağırıyor can havliyle. Böylece Simon’ın başındaki esas bela ortaya çıkıyor: İşe yeni alınan ve kendisine tıpatıp benzeyen James Simon.

Hayatı tereyağından kıl çeker gibi yaşayan bir adam bu. Simon’ın istediği her şeye sahip oluyor sırayla; saygınlık, başarı, kadınları tavlamak, patronu etkilemek, eğlenmek ve eğlendirmek… Üstelik Simon’ın hor görüp ahlaksızca bulduğu her yolu kullanarak ulaşıyor bunlara. Ne aralarındaki benzerliği, ne de James’in sahtekarlıklarını kimsenin fark etmemesi Simon’ı çileden çıkarıyor haliyle. Kendini iyi polis-kötü polis (Ya da siyah kuğu-beyaz kuğu da diyebiliriz rahatlıkla: “Black Swan” için Aronofsky’nin ilham kaynağı da Dostoyevski’nin romanıydı ne de olsa, hem de iki filmin son planları ciddi şekilde benziyor.) olarak ikiye bölen Simon karakterini Jesse Eisenberg’in kusursuzca canlandırmasına çok şaşırmamak gerek. Oyuncunun gidebileceği uçları hayal etmek için, “The Social Network”ün bir an susmayan Mark’ı ile “Night Moves”un ketum Josh’unu bir arada düşünmek yeterli. (Üç karakteri bağlayan bir şey de var, hepsinin farklı şekillerde “öteki” olmaları.) Eisenberg’in performansını daha etkileyici kılan, abartılı hareketler ve jestlere başvurmadan iki karakteri birbirinden rahatlıkla ayırd edilir kılması.

the double 2 1 The Double (2013): Bu Ben Değilim!

Simon’ın çalıştığı şirketin mottosu, “Özel insan diye bir şey yoktur, sadece insan vardır.” Konformizmi dayatan sistem öyle kurulmuş ki, yükselmek için gerektiğinde yalan söylemekten, başkalarının kafasını ezmekten geri durmamak gerekiyor. Kendini satmanın yüceltildiği, sahiciliğin değil de göz boyamanın peşinde olunan bu dünyaya Simon’ın ayak uyduramaması normal. Çünkü o başkalarından farklı, özgün buluyor kendini. Bir noktada da zaten görevli sistemde bulamıyor onu; sessiz, kibar, çekingen Simon’a burada yer yok. Sistemde yok!

Romanda Golyadkin’in temel arzusu mevki kazanmak ve evlilik de bu yolda çıkması gereken bir basamak iken, filmde Simon’ın en çok peşinde koştuğu şey aşk. Hülyalı bakışlı fotokopici Hannah’yı (Mia Wasikowska) tavlamak için çift-gezeri olmasının avantajını da kullanıyor hatta. Ama romantik komedilerden tanıdık bir sahne, tabii ki tersine dönüyor. Gizlediği kulaklığıyla restoranın tuvaletindeki James’den taktik alayım derken, kızla oradan ayrılan James oluyor. Filmi bütünüyle tekinsiz, karamsar ve karanlık olmaktan alıkoyuyor bu mizah anlayışı. Dışavurumcu mizansenleri, hep geceymiş gibi hissettiren, gölge ve karanlığın hakim olduğu sahneleriyle Kafkaesk bir kabusu andıran filmin ağırlığını durumların absürdlüğü hafifletiyor. Trenden inmeyi beceremeyip çantasını kapıya sıkıştırınca elinde sapıyla kalakalan, James arka arkaya kadınlarla sevişince adeta yüzü kızaran Simon’ın hikayesinde, “Fight Club”vari bir hadım edilmiş erkeklik temasının da alttan ilerlediğini söyleyebiliriz. Bastırdığı yanını kabul edemediği için, ne yazık ki kendinden tümüyle vazgeçmesi gerekiyor Simon’ın. Kendini ancak teleskopla baktığında görebilecek kadar kendisinden uzak.

Burcu Aykar

***

Türkçe Adı: Öteki

Yönetmen: Richard Ayoade

Senaryo: Richard Ayoade, Avi Korine, Fyodor Dostoevsky (Özgün eser)

Yapım: İngiltere, 2013

Oyuncular: Jesse Eisenberg, Mia Wasikowska, Wallace Shawn, James Fox

Süre: 93′

***

Özcan Alper üçüncü filmi için ‘motor’ diyor…

$
0
0

Özcan Alper, Sonbahar ve Gelecek Uzun Sürer’den sonra üçüncü filmi için çekim hazırlıklarına başladı. Adı ‘Rüzgârın Hatıraları’ olacak üçüncü filmin çekimleri için Alper, 25 Haziran’da Batum’da ‘motor’ diyecek. Çekimlerin Batum’un ardından Borçka, Şavşat ve Hopa’da devam etmesi planlanıyor.

41616 2 ozcan alper Özcan Alper üçüncü filmi için motor diyor...

Filmde, yönetmeni ilk filmi ‘Sonbahar’da da yalnız bırakmayan Onur Saylak’ın yanı sıra Sofya Khandamirova, Mustafa Uğurlu, , Ebru Özkan, Murat Daltaban, Menderes Samancılar ve Tuba Büyüküstün rol alacak. Çekimleri Gürcistan ve Türkiye’de yapılacak olan film, senaryo aşamasında Cannes Film Festivali kapsamında düzenlenen L’Atelier Cinefondation’a seçilmişti. Proje ayrıca  Hubert Bals, Cinemed Montpelier, Medienboard’dan ortak yapım geliştirme desteği almıştı.

İlk filmi Sonbahar ile birbirinden değerli çok sayıda ödülü kucaklayan Özcan Alper’in son filmi  ‘Rüzgârın Hatıraları’nın, önümüzdeki yıl seyirci ile buluşması planlanıyor.

Filth (2013): Kirlete Kirlene Yaşayacağız

$
0
0

Çokça sinemasever için 90’ların kutsanan filmlerinden Trainspotting’in (romanın Türkiye’de Semaver Kumpanya tarafından bir de tiyatro sahnelemesi olduğunu da hatırlamalı) yazarı Irvine Welsh’in romanından uyarlanan bir film Pislik (Filth). Yönetmenliğini John S. Baird’in yaptığı film, zihnin ve duygunun buçuklu katlarına sıkışmış öfkeli, şiddet düşkünü, homofobik, ırkçı, cinsiyetçi, umursamaz hallerle; özlem, huzur, aşk, pişmanlık, vicdan azabı, aile gibi idealize durumları harmanlayıp ortaya “insan”ı çıkarma iddiasında. En büyük çabaysa metnin imkânını perdeye taşımanın zorluğuyla başa çıkmak elbette.

filth Filth (2013): Kirlete Kirlene Yaşayacağız

Kirlete kirlene yaşamak da hayatla kurulan ilişkide bir direniş yöntemi belki de. Bütün sterilizasyon çabalarına rağmen mideyi bulandırmak, kusmak, bulantıyı etrafa sıçratmak “pislik” metaforunun gücünü ortaya koyan durumlar. Welsh, karakterlerinin bu sıçrama-sıçratma hallerini dramatik bir kurgu içinde gerçek zamanın baskısı altında yaşaması yerine, hikâyenin zamansızlığı içinde ordan oraya çarpmalarıyla var eder sanki. Uyuşturucu ve alkolün de yüklendiği bünyenin ortaya çıkardığı bir zamansızlıktır bu.

Filmde Ivan McAvoy, gerçeklerle sanrıların iç içe geçtiği Bruce Robertson adlı polis memuru olarak çıkıyor karşımıza. Robertson’un çalıştığı teşkilatın gündeminde “terfi”ler vardır. İşteki telaş ve “iktidar” savaşı film karakterlerinin özel hayatlarında da başka bir boyutuyla kendini gösterir. Karısı ile olan ilişkisini Robertson’un gözünden izleriz. Kadının neyi arzuladığını kendi iktidarı üzerinden tanımlayarak terfi etmenin bütün sorunları ortadan kaldıracak denli güçlü bir imkân olduğuna inandırır kendini. Böylece terfiye giden her yol mübah sayıldığından komplonun, iftiranın da kirli ekmeğini yemekten çekinmez. Yaşadıkları bölgede işlenen cinayeti çözümlemek, meslektaşının karısına rahatsızlık veren telefon sapığını ortaya çıkarmak karşılığında verilecek mükâfatın peşine düşer. Suçu yaratanın ve suçluyu arayanın bir arada olduğu döngü görünür kılınır böylece.

filth 2 Filth (2013): Kirlete Kirlene Yaşayacağız

Karakterin ailesi üzerinden yücelttiği iktidar arzusu kendi iç çatışmasını da ortaya koyar. Bir yanıyla sürüklendiği “mübah” yol, öbür yanıyla idealize ettiği “huzurlu” hayat arasında kim olduğunu unutacak denli baskı altındadır Robertson. McAvoy’un performansı karakterin psikolojik gerilimini ortaya koymak noktasında etkileyici bir yere taşıyor seyri. İyi adamla kötü polisi iki boyutlu bir yerden bulanık bir alana çekme başarısı fazlasıyla dikkate değer. Fakat filmin kendisi karakterin zihinsel katmanları arasında gezinmeyi engelleyecek dar bir alana çekiyor seyri. Yönetmen, klasik bir dramatik kurgu içine girmenin romanla organik bağını koparacağını bildiğinden, sinemanın türleri arasında gezinip parçalı bir yapı kurmaya çalışmış. Fakat bunu bir biçem olarak kullanmaktan çok finale hazırlayan zorunlu episodlar olarak tasarlamış intibası oluşturuyor. Bir de karakterin eylemlerinin nedenselliğini ortaya koyma telaşı var sanki filmde. Ailesinden kopuşu bütün “pislik”lerle arasına neden-sonuç ilişkisi koyuyor gibi. Oysa nedensizlik de bir anlam katmanı olarak yer alır bu tarz anlatılarda. Homofobinin, cinsiyetçiliğin Robertson’ın çalıştığı teşkilattaki güç ilişkileri arasında görünür kılınma çabası da filmin bir artısı fakat bu çaba da filmde niyet ve eylem arasına açılan derin boşluğu gidermek noktasında yeterli gelmiyor. Baird, yan yana getirdiği malzemeleri iç içe geçirmek noktasında beklentiyi çok da karşılayamıyor.

Fatma Onat
onatfat@gmail.com

***

Yönetmen: Jon S. Baird

Senaryo: Jon S. Baird, Irvine Welsh (Özgün Eser)

Yapım: İngiltere

Oyuncular: James McAvoy, Jamie Bell, Jim Broadbent, Eddie Marsan

Süre: 97 dk.

***

Türk Sineması ‘En iyi 100’ünü arıyor…

$
0
0

Kültür ve Turizm Bakanlığı- Sinema Genel Müdürlüğü, Türk Sineması’nın en iyi 100 filmini seçmek için 300 filmlik bir listeyi halk oylamasına açtı.

15cda29d9c07d4d9 647x298 Türk Sineması ‘En iyi 100’ünü arıyor…

Türk Sineması bu yıl,1914’te Fuat Uzkınay tarafından çekilen ‘Ayestefanos’taki Rus Abidesi’nin Yıkılışı’ adlı belgesel ile başlayan yolculuğunun 100’üncü yılını kutluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türk Sineması’nın 100’üncü yaşı şerefine planladığı kutlama etkinlikleri kapsamında hazırlanan projede, akademisyenler, meslek birlikleri ve sivil toplum kuruluşları Türk sinemasının en önemli 500 filmini belirledi. Bakanlık bu sayıyı 300’e indirerek, halkın oylamasına sundu. Halkın oyuna sunulan 300 film arasında Müjde Ar’ın rol aldığı ‘Ah Belinda’ ve Yılmaz Güney’in başyapıtı ‘Arkadaş’ yer aldığı gibi Şahan Gökbakar’ın ‘Recep İvedik’i de var.

1 Eylül tarihine dek sürecek olan oylamanın sonuçları ise Bakanlık tarafından düzenlenecek özel bir gece ile kamuoyuna duyurulacak. Düzenlenecek gecede, seçilen En İyi 100 Türk Filmi’ne ait afiş ve görüntüler de bir sergiyle sinemaseverlerle buluşturulacak. Ayrıca her filmden bir kostüm tekrar dikilerek kamuoyunun beğenisine sunulacak ve ardından bu kıyafetler açılacak ‘Ulusal Film Arşivi ve Sinema Müzesi’nde sergilenecek.

Oylama, 1 Eylül tarihine dek şu web adreslerinde devam edecek: www.100yil100film.gov.tr ve www.yuzyilyuzfilm.gov.tr


Altın Koza’nın bu yılki jüri başkanı Reha Erdem

$
0
0

Bu yıl 21’incisi düzenlenecek olan Altın Koza Film Festivali, bu yıl da sinemaseverler için dopdolu bir program hazırlıyor. Eylül ayında düzenlenecek festival kapsamında, dünya sineması seçkisi, özel gösterim bölümleri, belgesel gösterimleri, söyleşiler, atölye çalışmaları, sergiler, sevgi yürüyüşü, sokak konserleri, gösteriler ve etkinlikler sinemaseverlerle buluşacak. Festivalin bu yılki jüri başkanlığını ise ünlü yönetmen Reha Erdem üstlenecek.

rehaerdem1 Altın Kozanın bu yılki jüri başkanı Reha Erdem

Reha Erdem’in bu yıl 15-21 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek festivalin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda jüri başkanlığını yürüteceğini duyuran Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Hüseyin Sözlü, “Sinemamızın 100’üncü yaşını kutladığımız bu yılda, son dönem sinemamızın en başarılı yönetmenlerinden biri olan Reha Erdem’in jüri başkanlığı görevini kabul etmesi bizleri çok memnun etti” dedi.

Bu sırada, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması başvuruları ise devam ediyor.  Son başvuru tarihi 1 Ağustos 2014 olarak belirlenen yarışmaların yönetmelikleri ve başvuru formları altinkozafestivali.org.tr adresinde.

Kış Uykusu (2014): Kötülüğe Karşı Koyamayanlara…

$
0
0

Yeni bir ülke bulamazsın,

Başka bir deniz bulamazsın.

Bu şehir arkandan gelecektir.

Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,

Aynı mahallede kocayacaksın;

Aynı evlerde kır düşecek saçlarına.

Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma…

Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,

Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.*

Bir iç dökme

Aydın, dışarıdan içeriye baktı, “hayat arkadaşı”nın boş penceresine… Eve girdi. Sırtını döndü bize, içeriden dışarıya baktı bu kez. Pencerenin önünde Aydın, Aydın’ın hemen arkasında biz… Yaklaştık ona, daha yaklaştık. Şimdi kafasının içindeyiz. Kış uykusunda…

Kış Uykusu, ilk izlediğimde; etki gücüyle beni ağır bir sorguya götürdü. Gündelik hayat akışında kimi insanlar, kimi sözler üstüme üstüme gelmeye başladı. Sanki aynı 196 dakika, etrafımda durmaksızın başa sarıp oynuyordu. Hem ben hem sen hem o, biz siz onlar işte, sırasıyla çeşitli Kış Uykusu karakterlerine dönüşüp duruyorduk. İkiyüzlülük, ne idüğü belirsiz niyetler, egolar, kasıtlar, mış gibi yapmalar, kıyaslar, kronik marazlar… Kötülük.

On beş gün sonra ikinci kez izledim. Daha da büyüdü film, keskin sahiciliğiyle. İncindim, ağladım. Aydın; kiminle konuşuyor olursa olsun; Nihal’le, Necla’yla, Hamdi’yle, küçük İlyas’la… Tüm sahnelerde insan doğasının duvardan duvara savrulan temel parçacıkları mahvetti beni. Artık, filmin bıraktığı duygu, çok daha yüklüydü. O seansın gecesinde kendi kendime söylendim. Etkilenme düzeyim “aşırı doz” değil miydi? Ne de olsa Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan’ın ellerinden çıkan bu senaryo, dünya sinemasında, insanla boğuşan ilk eser değildi.

kış uykusu 4 Kış Uykusu (2014): Kötülüğe Karşı Koyamayanlara...

“Ben insanı inceledim, onu tanımadan mesleğimde hiçbir şey yapamazdım.”**

Sinema var olduğundan beri asıl mesele insan değilse, nedir… Carl Dreyer’den Ingmar Bergman’a efsanevi yönetmenler, sinemanın mucizesini en başta insan yüzüne yaklaşma ve o yüzleri araştırma olanağı vermesiyle ilişkilendirmedi mi? Robert Bresson’dan Nagisa Ôshima’ya farklı kıtalardan sayısız yaratıcı hep insanla didişmedi mi? Sinema tarihine geçen 400 Darbe’de, Truffaut’nun, bizi, finalde küçük Antoine’la göz göze getirmesi, Antoine’ın gördüğü zulümlerin cezasını paylaşmamız için değil miydi?

İkna edemedim kendimi. E, takdir edersiniz ki hafifletemedim de etkiyi… Nice sahne geldi geçti aklımdan, nice şaheser. “Kabul et!” dedim kendi kendime, bunun, “en iyi”, “en derin”, en şu bu olmakla ilgisi yok. Kış Uykusu, insan kazısını başka bir yüzleşme-yüzleştirme noktasından yapıyor. Herhangi bir filmle kıyaslamak gereksiz, faydasız…

Ona buna “eşsiz”, diyoruz ya, hakkını vererek kullanacaksak bu kelimeyi, ‘bir karakter yaratmak’ anlamında Aydın hakikaten eşsiz. Büyük lafların efendisi o! Bir “vicdan” bir de “ahlak”, düşmüyor ağzından. Kirasını ödemekte zorlanan Hamdi’nin karşısında, bölgenin ileri geleni olarak; bir kırık cam parasının peşine düşüyor ama “Ne önemi vardı canım?” demekten de geri kalmıyor. “Babam bize hiç elini öptürmezdi” derken gururlanıyor, bir yandan da gariban İlyas’a elini öptürmeye çalışırken yüzünde güller açıyor. Kilometrelerce yolu karda kışta yürüyen Hamdi ile İlyas’ın bir gün önce kendisini ziyarete geldiğini bir türlü hatırlayamıyor ama Ömer Şerif’in seneler önce hangi köyde film çektiğini ayrıntılarıyla aktarıveriyor.

Genç karısı Nihal’e, eline fırsat geçtiği anda yanlışlarını sıralıyor. Hayat dersi vermek, bencilliğinin benzini belli ki… Aynı adam, tabii ki kız kardeşi Necla, kendisine köşe yazılarını samimi bulmadığını söylediğinde Necla’nın canına okuyor. Kibrine dokunulmasına en ufak bir tahammülü yok.

Zaten bu kimi ‘Aydın’lar, yapmak isteyip de yapamadıklarının, başaramadıklarının acısını hep başkalarından çıkarır.

“Engin hayat tecrübesi”nin ilahi gücünde kaybolup gitmiş adam, herkesi bir bakışıyla tanıdığını sanır. Hakkında hiçbir şey bilmediği insanları kullanarak yazılar yazar. Hakkında hiçbir şey bilmediği, zaten yaralı olan kız kardeşini, kiniyle, iyice soğutur dünyadan. Hakkında hiçbir şey bilmediği karısını bir odaya mahkum ederken, ona o odayı vermiş olmasını ‘özgürlük’ olarak tanımlar. Maksat yalnız kalmamak mı? Bunlar hep, çekirge gibi o kimlikten bu kimliğe sıçramak mı? “Karakteri bu canım!” mı? Naif yaklaşımlardan uzaklaşalım, gerek yok. Kar sularının kayganlaştırdığı gara; Hidayet, iki kez kayıp düşerek girebiliyorken, Hidayet’in arkasından, bir paşa gibi atıyor adımlarını aynı kaygan zeminde bu adam, dimdik! Bu sahne başlı başına bir iktidar yoklamasından başka ne olabilir ki…

kış uykusu 2 3 Kış Uykusu (2014): Kötülüğe Karşı Koyamayanlara...

“Hikayelerin bugün, bir başı ve sonu yoktur, aynı yaşadığımız hayat gibi…”***

İçinde Kış Uykusu yazan o kafa ve o kafanın gezindiği coğrafya… Hidayet, Hamdi, İlyas ve diğerleri… Ve kadınlar… Kimsesiz Nihal, kendisine bir baba figürü olan Aydın’ın yanında hala… Oysa Necla, ona korkunç davranan kocasını terk etmiş durumda. İki kadın için ortak olansa bazı şeylerden kaçış olmadığı… Aslında bu gerçeklik, tüm karakterleri ele geçirmiş durumda.

Bir yanda kötülüğe bilinçli olarak karşı koymayanlar… Bir yanda karşı koymaya çalıştığında daha fazlasını kaldıramayıp kendisini odasına kapatanlar… Bir yanda ise; karşı koymaya çalışmayı istese de koyamayacak olanlar… İşte seyirciyi umutsuz bırakan, hatta kaygılandıran tam da onların hali… Onlar, bize gelecek zaman adına acıklı şeyler söylüyor.

Bir canlıyı öldürüp eve getirdiğinde, şiddetini resmiyete döktüğünde, bir kez daha dışarıdan içeriye bakıyor Aydın. Elinde avı, pencerede karısı… Artık nicedir yazmak istese de bir türlü oturup başlayamadığı kitabına giriş yapmak üzere. Bir dakika bir dakika! Önce bir mektup… Sevgili Nihal’e…İç dünyasında neler olduğunu anlamak için en ufak çaba göstermediği Nihal’e… Samimiyetsiz üç beş cümle! “Nasılsın?” diye sormadığı… Daha fenası nasıl olduğunu merak etmediği kadına… Belki de kitabını ona adayacak, öyle ya!  Maksat kendi ruhu paklansın, herkes ne kadar zarif bir aydın olduğunu bir kez daha anlasın. Sonra… “Vicdan” demeye devam edecek, bölgenin diğer ileri gelenleriyle ettiği kof sohbetlerde, doğaçlama içki sofralarında, klavyesinin başında…

Ceylan Özgün Özçelik

*Konstantinos Kavafis’in ŞEHİR adlı şiirinden

** Charlie Chaplin

*** Michelangelo Antonioni

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan

Senaryo: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan

Yapım: Türkiye | Almanya | Fransa

Oyuncular: Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ, Ayberk Pekcan

Süre: 196′

Evvel Zaman: Sonu Mutlu Biten Sancılı Bir Hikâye

$
0
0

Bir senaryo yazım sürecinin filmini izliyormuş duygusu yaratan Kaufmanvari bir kitap Evvel Zaman. Kitabın kıymeti Bir Zamanlar Anadolu’da’yı izlemiş, başarısına tanıklık etmiş izleyiciler için daha da büyük. Ercan Kesal, yaratıcı yazma sürecinin heyecanlı, stresli, yorucu; bazen umutsuz ama çokça beklentili ve en çok da “biz ne yapıyoruz” sorgulamasına sokan meşakatli hallerini fikirden filme uzanan çizgide samimi bir üslupla ortaya koyuyor. Bu üslubun kaynağı, yazarın düzenli olarak tuttuğu günlükleri.

Sinemayla mesaisi içinde “Bir Zamanlar Anadolu’da”nın senaristlerinden biri olması da vardır Ercan Kesal’ın. “Evvel Zaman” okunduğu vakit bunun oyunculuk ve ortak senaristlikten çok öte ciddi bir süreç yükü taşıdığını görmek mümkün. Belli ki Kesal, Nuri Bilge Ceylan’ın arkadaşlıktan öte mesleki olarak sonsuz güven beslediği ve üretimin her anında yanında istediği biri olmuş. Bu bir yanıyla heyecan verici öte yanıyla hayattan kısıp filme kapanmayı gerektiren bir süreci de ortaya koyuyor. Ailesinden, sevdiklerinden uzaklaştıran, onların birçok önemli anına tanıklık etmeyi engelleyen zorlu bir süreç. Kesal bütün bu yoğunluğun içinde bile sevdiklerini ihmal etmemeye çabalayan bir oğul, eş, baba olarak çıkıyor karşımıza. Kırıkkale’deki film setinde verilen birkaç saatlik molalarda bile Avanos’a anne ve babasının yanına koşturması bu çabanın göstergelerinden. O koşturma anlarında yaşadığı duyguyu “hayattan, kaderden çalmak” olarak tanımlıyor.

Zaman ve Bellek

Senaryo yazma tekniklerini anlatan kitaplardan çok başka yerde “Evvel Zaman”. Senaryo yazımının sistematiğinden çok, yazma süreciyle ilişkili hem duygu hem de deneyim aktarıyor. Bir “film güncesi” olarak tanımlanması da bu deneyimin bir uzantısı. Kitap “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminin oluşum sürecinin içinden “zaman” ve “bellek” kavramlarına vurgu yapıyor. Kesal, üretim sancısını Charle Kaufman gibi kurmaca içinde değil “ne yaşadıysam o” niyetiyle aktarmaya çalışıyor. Zaten günlük tutmak yazarın 85’ten bu yana sürdürdüğü bir alışkanlığı. O 80’ler Kesal’ın hekimliğini Kırıkkale Keskin’e taşımış yıllar. Burası kişisel hatıralarının güçlü olduğu bir yer. Belleğine kazınanlar arasında bir cinayet de var. Kitaptan akan sürece bakıldığında cinayet hikâyesinin yaratıcı ekibin elinden yine Cannes’a uzanacak bir filme dönüşmesinin yegane sebebi de Kesal oluyor. Böylece bellekte iz bırakan Keskin 25 yıl sonra “Bir Zamanlar Anadolu’da” için platoya dönüşüyor.

evvel zaman 3 Evvel Zaman: Sonu Mutlu Biten Sancılı Bir Hikâye

Geçmişin Endişesi

Film çekimleri sırasında kendi için “burda yok” dedirtecek kadar ziyaretçisi olmuş yazarın. Bu ilgi ve geçmişle kurduğu bağın gittikçe hissedilir olması Kesal için keyif kadar endişe de yaratmış. “Her gün bir iki kişi, 25 yıl öncesinden çıkıp geliyor ziyaretime, her birinin elinde birkaç fotoğraf, yıllarca saklamışlar ve beni hiç unutmamışlar. Bu filmle onlara haksızlık yapmam inşallah.” derken mekânın ve belleğin imkânının “kötü” kullanılabileceği ihtimalini de göz önünde bulunduruyor. Fakat bunu ve filme başarısızlık getirebilecek bütün ihtimalleri uzaklaştıracak kadar çok çalışıyor. İnsan, Kesal’ın bu film için gösterdiği çabayı okuyunca bunun nedeninin ancak “sinema tutkusu” olabileceğini düşünüyor. Başka türlü katlanılır bir süreç değil çünkü çokları için. Yazar başkalarını sinemanın imkânlarıyla anlatmak kadar kendini başkasından dinleme duygusunu da seviyor belli ki. Bunu, kendisinden bir üçüncü kişi olarak bahseden insanları kimliğini açmadan dinlemesinden anlamak mümkün. “Artık bir başkasından söz ediliyormuş gibi dinliyorum benden söz edildiğinde.” Bu bir yanıyla kendi zamanının dışına çıkmasını sağlayan güçlü bir yabancılaşma. Kendinden öte başka bir dinleyici kurguluyor zihninde. O dinleyici şimdinin Kesal’ı, anlatılan ise 25 yıl evvelinin Ercan’ı oluyor.

Güçlü ve Gerilimli

Kesal, Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’ın ortak çalışma süreçlerinden, disiplinlerini ve sinemanın her adımıyla kurdukları güçlü bağı görmek mümkün oluyor. Karakterler üzerinde haftalarca, aylarca çalışılıyor. Çalışma temposuna rağmen üretimden istenilen sonucun alınamaması ve sürekli bir aradalığın getirdiği gerilim “bu işi bırakmalı” duygusu yaratacak anlara taşıyor ekibi. Düşünsenize bütün çabalara rağmen bir türlü içe sinmeyen durumlar var ve bu öyle bir ekip ki “sanatsal kaygılarımızdan hiç taviz vermeyeceğiz” cümlesini her adımda aklında tutmaya devam edebiliyor. Film çekim sürecinde her şeyin çok sistemli ve konforlu (bir yanıyla başarıyla da uzantılı imkânlar) olduğunu okuduğunuzda başka bir set ortamının mümkün olduğunu fark ediyorsunuz. Oyuncudan teknik ekibe kadar insana “kıymetli” olduğunu hissettiren bir ortam bu. Ekibin oyuncu seçimleri sırasında yaşadığı zorluk yazarın tanıklığında daimi bir tartışmayı da gündeme getiriyor: Oyunculuk eğitimi ve yönetimindeki temel problemler. Yazar, bu problemlerin oyuncularda yarattığı deformasyona bütün iyi niyeti ve anlama çabasıyla yaklaşırken eleştiri getirmekten çok sorular sormayı tercih ediyor.  Kitabın kendisi yazmaya, çekmeye, oynamaya, gerçeğe, kurmayacaya dair birçok soru sorduruyor zaten. Fakat şimdiden bakınca en güzeli yönetmen ve senaristlerin süreç boyunca kendi kendilerine sordukları ve şu an yanıtı bizde de olan bir soru: Ortaya iyi bir film çıkacak mı?

Fatma Onat
onatfat@gmail.com

***

Yazar:  Ercan Kesal

Yayınevi: İthaki Yayınları

Baskı Yılı: 2014

***

Dawn of the Planet of the Apes: “Ev, Aile, Gelecek”İstemeyi Bilmek

$
0
0

Dünya genelinde ilk seyredenleri zevkten çatlatadursun, gerek söylem, gerekse anlatım-anlatı çatısının işlerliği bakımından biraz üzerine düşünmeye değer sıkıntılarımız var. Tüm matematiğini salt iyi ve kötüyü pür sığ bir eksende kurarak ve en açık haliyle televizyon estetiğinden nasiplenerek karşılaştıran bir devam filmi elimizdeyken, ilkinin evrim temalı devrimsel ve varoluşsal tonununu mumla arıyoruz. Kötü bir devam filmi olmasından çok, başlı başına bir devamlılık ve dahi tutarlılık gözetememesi üzerine düşündürüyor Maymunlar Cehennemi. Kendi içindeki tekil tutarlılık bile apayrı bir karşıt yazının konusuyken hem de.

Her şeyden evvel, temelini ilk filmiyle bir “yükseliş” üzerine kuran ve bunu “şafak; doğum” ile devam ettiren, geleceğe dair konuşmak üzere olduğunu bildiren bir hikaye evreninin vizöründen bakıyoruz. İlk film Rise of the Planet of the Apes, sonradan kahramanımıza dönüşecek olan maymun Ceasar’ın insan evinde doğup büyümesi, bu duruma müdahale etmek isteyenlerce bu ilişkinin kırılması ve maymunların “bilinçlenip” çoğalarak devrim yapması, insan buyruğundan çıkması üzerineydi. Ondan çok da uzak olmayan bir gelecekte başladığımız bu filmse, sözkonusu ilişkiyi insan uyruklu bir temasla canlandırıp ortaya yeni bir şey koymanın peşinde… Dünya, maymunlar kaynaklı bir grip salgını ve virüsün insanlığı kırıp geçirmesi ve kökünün kurumasına varan bir kaosu atlatmış, küllerinden doğmanın eşiğinde. Hayvanın kendini fark etmesi, hayattaki yerini bulması, insandan devşirdiği de olsa bir ahlak ve vicdana erişmesi (pratiğe kendince dökmesi) gibi bir “yükseliş”i çözümleyen, işaretleyen bir evrenin şafağı, “savaşın henüz yeni başlıyor oluşu”na vurgusuyla biraz ters düşmüyor mu? İyi ile kötünün, muhakeme sahibi vicdanla irdeleme yoksunu ahlağın, kısacası bir senaryonun gerektirdiği tüm zıtlıkların “olması gerektiği” gibi resmedildiği bu çatı altında ilk etapta iki filmin birbiriyle düpedüz bir “conflict” yaşadığını elbette savunamayız lakin bir katman aşağısına baktığımızda, kurulan cümlelerin gerek evrim gerek devrim ruhu uyarınca kesin surette bir “devamlılık” arz etmediği seçilebiliyor.

1280 dawn planet apes Dawn of the Planet of the Apes: Ev, Aile, Gelecek İstemeyi Bilmek

Film, kötülerini birbirine kırdırırken, iyilerini “ırkının önde gelenlerinden” seçiyor ve bunu sürekli seyirciyi nefretle kışkırtmak, estetize ederek sevdirmek suretleriyle buyurgan ve ‘plot twistlerin’ belirleyicisi olan bir biçimselliği tercih ediyor. Süresi gereği de elindeki malzemeyi paldır küldür kullanmak durumunda olan, jump-cut’ları çoğu anlarda avantaja çevirebilen hesaplı bir film olsa da kurulan çatışmaların, gerilim yaratmadaki başarısının tersine, hedef coşkuyu ve söylemi yayarak değil üst üste koyarak bundan bir kule yaratmak ve zirvede bunu yıkarak coşkunun katarsisini doğurmak gibi bir amacı var (Ki yaratabildiği de meçhul). Zira literal olarak da finali, bir medeniyet imgesi hatta zirvesi olan, şehrin en uzun kulesinde yapıyor.  Beklenti elbette seyir anlamında “inandırıcılık” yönünde olmayacaktır, lakin kendi içinde bir inandırıcılık yaratamama, kendi gerçekliğinin sağlamasını olacağanca naiflikte bulması en büyük handikapı bu anlamda. Düşman her anlamda içimizde; hatta onu bizzat doğurup büyütmüş dahi olabiliriz ve kimi zaman ona ihtiyaç bile duyabiliriz. Çünkü çoğunlukla bize “bizliği” hatırlatandır. Kurduğu bu azınlık söylemini, birlikte yaşayabilmeye bir övgü mü yoksa sadece “parmakla göstererek bile” bir yer-had bildirme, imleme olduğunu; yani sorun sandığı şeyi sadece dillendirerek bile sorunsallaştırdığının farkında mı emin değilim.

Barakalarda yaşayan, at binen, gruplar halinde barınan, yani ilk insan eğilimindeki “gelişmekte olan” maymunlar, medeniyetin başlangıcına ithafen ideal bir toplum şemali olarak anlatıya yerleştirilmiş. Bir anlamda, erdemliliği bu taze toplumda arıyor gibi yapıyor film. Her şeyi baştan kurmanın, yeni bir toplum idealinin peşinden koşuyor. Öbür yanda insanlığın geldiği durumuysa medeniyetin ot bürümüş sokaklarından betona sıkışıp kalmış karamsar kolonisine kadar, tüketmiş, tükenmiş bir manzara olarak sunuyor. Bu koloninin tekrar medenileşmesi adına tam da idealize ettiği lekesiz, günahsız maymun toplumunun “evleri” civarındaki barajın yeniden çalışması gerekiyor. Yani, çoğunlukken azınlıklaşmış bir toplum, çağlardır kendi azınlıklaştırdığı bir toplumdan medet umuyor. Birlikte yaşayabiliriz fakat bu ancak kaynaklarınızı bizimle paylaşırsanız mümkün? Ya da, zaten bizim olanı bize verirseniz az ötede barınmaya devam edebilirsiniz? Bu arada yediğiniz içtiğiniz, sağlığınız, eğitiminiz yine bizden sorulabilir (Bir sahnede, kritik bir maymun karakter ölüm döşeğindeyken insan onu antibiyotikle iyileştiriyor. Bir sahnede de çocuğu, maymunların öğretmenine kitap verirken görüyoruz). Klasik devlet – azınlık ilişkisinin ve iktidarî söylemin her bir diyalog ve mizansene sinikliği, filmin özdeşleştirme mekanizması uyarınca, benzer bir gerçekliğin içkin öznesi olan seyircinin pozitif manipülesi açısından da “başarılı” işliyor bu minvalde. Ve bunu yumuşak başlılaştırmak adına azınlık liderini “istenilse olunabiliyor” derecesinde erdemden kırıp geçirmek, ondan peygamber arketipi yaratmak ve serinin cümle babası haline getirmek suretiyle yapması, güncel “ehlileştiren zihniyetin” izdüşümü olarak vücut buluyor.

dawn planet apes Dawn of the Planet of the Apes: Ev, Aile, Gelecek İstemeyi Bilmek

Filmin tüm bu karşı-devrim ve iç savaş alegorisine bulamaya çalıştığı kaçınılmaz bir gereklilik olarak da, aile yapısı bakışından ataerkil yaşayış biçimine kadar sistemin kendisine savaşçı alfa kahraman yaratma ihtiyacı, elbette sözkonusu filmin icat ettiği bir şey değil. Hayatta kalma “alışkanlığını”, belirli bir ırk ve cinsiyetle -neredeyse- meşrulaştıran anlatı, bugün eğlence sektörü ile her türlü gerçekliğin içinde zaten mevcut. Burada da yine (hem insan hem maymun komününde sözkonusu olarak) bir baba-oğul ilişkisi üzerinden aile yapısı ve gerekliliği çığırtkanlığını yapan film, şaşırtmayacak şekilde anneliği, kadınlığı pasifize ediyor (Filmde anne maymun doğum sonrası ölmek üzeredir. İnsan tarafında da çocuğun annesi, zamanında gerekli olan bağışıklık eşiğini geçemeyip salgında ölmüştür). Post-apokaliptik filmlerde anneyi çok önceleri kaybetmiş ya da boşamış, oğluyla kalakalmış babanın dik başlı ergen çocuğu, aile yapısının çatırdayan, eski saygınlığını ve değerini kaybetmiş sembolik kanadıyken çözüm ve finaldeki birleşim, dünyanın o günkü manzarasına sebebiyet veren, ama nihayete de erdiren şeyle de (salgın, uzaylı istilası, doğal afet…) birbirini besleyen bir yerde duruyor aslında. Genelde imaj olarak çevrenin o anki durumu ve annesizleşmeyi/kadın-eş’sizleşmeyi bir nedensellik ilişkisinde düşünmemek imkansız. Özellikle annenin zayıf düşerek ortadan yok olması, terk etmesi, başka kocayla hayatta kalmayı sürdürmesi, biraz şanslıysa ölmesi kadını zaten hali hazırdaki düzene ayak uyduramamışlığıyla kadraj dışı bırakırken, bedelini çocuğuyla başa çıkamayan, çoğunlukla aynı dili konuşamayan ama gelişme ve sonuç itibariyle ikilinin bu yokluk ve bedelden her zamankinden daha güçlü bir baba-oğul yaratması, Hollywood’un  muhazafakar kadın, aile ve din bakışını özetlemekle mükellef burada da. Böyle distopik bir dünyada çocuğuyla yalnız kalmış bir anne karakter bir çırpıda aklımıza gelmeyecektir. Baba’lık o kadar mühim bir müessese ki, film de altını çize, üstüne basa, kaşını gözünü oya oya alfa-erkekliğe, sürü liderliğine, bilgelik saçma görevini vermek suretiyle erkeğe, idealin yaratıcısı, yürütücüsü ve yayıcısı olarak gücünü teslim ediyor. Tabii ki iki tarafta da.

Son tahlilde makro iktidardan mikrosuna, kitleden bireye, tuttuğu taraftan tutar gibi yaptığı tarafa kadar film, yaşam piramidinin tepesine (idealini devam ettirecek olan) oğluyla çatışan ama gücünü tam da bundan alan baba figürünü yerleştiriyor. Bunun sakıncası göreceli olsa da, problem addettiği kurum, topluluk, örgüt vb kamusal sistemlerin belirli bir idealin peşindeliği, idealin devamı ve etki alanları, sürdürülebilirliği bakımlarından son derece tutucu, pazarlıkçı, kışkırtıcı ve manipülist. Çünkü tam da bu yüzden üçüncü, dördüncü, beşinci filmleri gelecek. Bu yüzden, sorun her dile gelişinde sorunluluğunu unutup, tekrarlandıkça anlamını yitirerek döngüsüne devam edecek. Çünkü odak, çözmeye yanaşmak, çözmeye meyilli olmak değil (böyle bir beklentinin gerekliliği de tartışmaya açıkken), olan-biteni kemikleştirmek olmaya devam etmeli. Bu kemiği koruyacak olan da, kadınını yitirmiş ya da yitirmek üzere olan, ev (yurt), aile (toplum) ve gelecek (kapital) üçgenini kendi söyleminde tekelleştirmiş olan uygulayıcı erkek; iktidar(lar)…

*

Filmin Türkçe Adı: Maymunlar Cehennemi

Yönetmen: Matt Reeves

Senaryo: Rick Jaffa, Amanda Silver

Yapım: Amerika

Oyuncular: Gary Oldman, Keri Russell, Andy Serkis

Süre: 130′

eraybu@gmail.com

Vizyon Yıldız Tablosu

$
0
0

 

Haziran – Temmuz 2014 Ekşi Sinema vizyondakiler yıldız tablosu:

 

yıldız 21 Vizyon Yıldız Tablosu

 

Notlar 5 üzerinden verilmiştir.

Haftalık olarak güncellenecektir.

facebook

twitter

Saraybosna Film Festivali’nde Yarışacak Filmler Belli Oldu

$
0
0

Balkanların en önemli ve manidar film festivallerinden biri olan Saraybosna Film Festivali’nin önde gelen bölümlerinden ikisinin programı açıklandı. Jüri başkanlığını Bela Tarr’ın yapacağı festivalde gösterilecek, Balkan ülkelerinin merak edilen birçok filminin görücüye çıkacağı yarışma bölümünün filmleri, yarışma dışı gösterilecek Balkan filmleri ve In Focus seçkisi kapsamında türlü festivallerde yılın öne çıkan Balkan filmleri aşağıda… Türkiye’den Kutluğ Ataman’ın galasını Berlin’de yapan ‘Kuzu’su, Erol Mintaş’ın dünya prömiyerini Saraybosna’da yapacak olan filmi ‘Annemin Şarkısı’ ana yarışmada. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen başyapıtı ‘Kış Uykusu’ ve  Tayfun Pirselimoğlu’nun İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan “Ben O Değilim”i ise In Focus kapsamında gösteriliyor.

Festival hakkında daha çok bilgi almak için: http://www.sff.ba/en

saraybosna Saraybosna Film Festivali’nde Yarışacak Filmler Belli Oldu

Uzun Metrajlı Yarışma Filmleri

I AM BESO / ME VAR BESO 
Gürcistan, 2014, 89 dk.
Yönetmen ve senarist: Lasha Tskvitinidze
Oyuncular:  Tsotne Barbakadze, Soso Tarkashvili

SONG OF MY MOTHER / KLAMA DAYIKA MIN
Türkiye, Fransa, Almanya 2014, 103 dk.
Yönetmen ve senarist: Erol Mintaş
Oyuncular: Feyyaz Duman, Zübeyde Ronahi, Nesrin Cavadzade

THREE WINDOWS AND A HANGING / TRI DRITARE DHE NJË VARJE 
Kosova, 2014, 93 dk.
Yönetmen: Isa Qosja
Senaryo: Zymber Kelmendi
Oyuncular: Irena Cahani, Luan Jaha,  Donat Qosja, Aurita Agushi, Leonora Mehmetaj, Orik Morina, Xhevat Qorraj

CURE – ŽIVOT DRUGE / CURE – THE LIFE OF ANOTHER 
İsviçre, Hırvatistan, Bosna-Hersek 2014, 83 dk.
Yönetmen: Andrea Štaka
Senaryo: Andrea Štaka, Thomas Imbach, Marie Kreutzer
Oyuncular: Sylvie Marinković, Lucia Radulović, Mirjana Karanović, Marija Škaričić, Leon Lučev, Franjo Dijak

A BLAST
Yunanistan 2014, 83 dk.
Yönetmen: Syllas Tzoumerkas
Senaryo: Syllas Tzoumerkas, Youla Boudali
Oyuncular: Angeliki Papoulia, Vassilis Doganis, Maria Filini, Themis Bazaka, Yorgos Biniaris

BRIDES / PATARDZLEBI
Gürcistan, Fransa 2014, 93 dk.
Yönetmen ve senarist: Tinatin Kajrishvili
Oyuncular: Mari Kitia, George Maskharshvili, Natia Niguriani, Ana Grigolia, Nita Kalichava, Levan Kajrishvili, Erekle Tsintsadze

THE LAMB / KUZU 
Türkiye, 2014, 85 dk.
Yönetmen ve senarist: Kutluğ Ataman
Oyuncular: Nesrin Cavadzade, Cahit Gök, Mert Taştan, Sıla Lara Cantürk, Nursel Kose

LAND OF STORMS / VIHARSAROK 
Macaristan, 2013, 105 dk.
Yönetmen: Ádám Császi
Senaryo: Iván Szabó, Ádam Császi
Oyuncular: András Sütő, Ádám Varga, Sebastian Urzendowsky, Enikő Börcsök

MACONDO 
Avusturya, 2014, 93 dk.
Yönetmen ve senarist: Sudabeh Mortezai
Oyuncular: Ramasan Minkailov, Aslan Elbiev, Kheda Gazieva, Rosa Minkailova, Iman Nasuhanowa, Askhab Umaev, Hamsat Nasuhanov, Champascha Sadulajev

Yarışma Dışı Gösterimler

EQUALS / JEDNAKI
Sırbistan, 2014, 104 dk.
Yönetmenler: Milos Petričić, Mladen Đorđević, Dejan Karaklajić, Ivica Vidanović, Igor Stoimenov, Darko Lungulov
Senaryo: Milica Piletić

A QUINTET / KVINTET
Almanya, ABD, Bosna-Hersek, 2014, 74 dk.
Yönetmenler: Sanela Salketić, Ariel Shaban, Roberto Cuzzillo, Elie Lamah, Mauro Mueller

Galalar

BRIDGES OF SARAJEVO / MOSTOVI SARAJEVA 
Bosna-Hersek, Fransa, İsviçre, İtalya, Portekiz, Almanya, 2014, 114 dk.
Yönetmenler: Aida Begić, Leonardo di Costanzo, Jean-Luc Godard, Kamen Kalev, Isild Le Besco, Sergey Loznitsa, Vincenzo Marra, Ursula Meier, Vladimir Perišić, Cristi Puiu, Marc Recha, Angela Schanelec, Teresa Villaverde

WHITE GOD / FEHÉR ISTEN
Macaristan, Almanya, İsveç, 2014, 119 dk.
Yönetmen: Kornel Mundruczó
Senaryo: Kata Wéber, Kornel Mundruczó, Viktória Petrányi
Oyuncular: Zsófia Psotta, Luke and Body, Sándor Zsótér, Szabolcs Thuróczy, Lili Monori, Lászlo Gálffi, Lili Horváth

In Focus 2014

ALIENATION / OTCHUZHDENIE 
Bulgaristan, 2013, 77 dk.
Yönetmen: Milko Lazarov
Senaryo: Milko Lazarov, Kitodar Todorov, Georgi Tenev
Oyuncular: Christos Stergioglou, Mariana Jikich, Ovanes Torosian, Neda Iskrenova, Iva Ognyanova, Kitodar Todorov, Dora Markova

AMOUR FOU 
Avusturya, Lüksemburg, Almanya, 2014, 96 dk.
Yönetmen ve senarist: Jessica Hausner
Oyuncular: Christian Friedel, Birte Schnoeink, Stephan Grossmann

BLIND DATES / SHEMTKHVEVITI PAEMNEBI
Gürvistan, 2013, 99 dk.
Yönetmen: Levan Koguashvili
Senarist: Boris Frumin, Levan Koguashvili
Oyuncular: Andro Sakvarelidze, Ia Sukhitashvili, Archil Kikodze, Vakhtang Chachanidze, Kakhi Kavsadze, Marina Kartsivadze, Marika Antadze, Sopho Gvritishvili

THE DISOBEDIENT / NEPOSLUŠNI 
Sırbistan, 2014, 135 dk.
Yönetmen ve senarist: Mina Đukić
Oyuncular: Hana Selimović, Mladen Sovilj, Minja Subota, Danijel Šike, Ivan Đorđević, Dunja Tatić, Raslav Sekulović, Marko Janjić, Branka Šelić, Žarko Radić

I’M NOT HIM / BEN O DEĞILIM 
Türkiye, Yunanistan, Almanya, Fransa, 2013, 124 dk.
Yönetmen ve senarist: Tayfun Pirselimoğlu
Oyuncular: Ercan Kesal, Maryam Zaree, Rıza Akın, Mehmet Avcı, Nihat Alptekin

MISS VIOLENCE 
Yunanistan, 2013, 98 dk.
Yönetmen: Alexandros Avranas
Senaryo: Alexandros Avranas, Kostas Peroulis
Oyuncular: Themis Panou, Reni Pittaki, Eleni Roussinou, Sissy Toumasi, Kalliopi Zontanou, Constantinos Athanasiades

WINTER SLEEP / KIŞ UYKUSU
Türkiye, Almanya, Fransa, 2014, 196 dk.
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Senaryo: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan
Oyuncular: Haluk Bilginer, Melisa Sözen, Demet Akbağ, Ayberk Pekcan, Serhat Kılıç, Nejat İşler, Tamer Levent

Inherent Vice’ın Galası New York Film Festivali’nde Yapılacak

$
0
0

En son 2012 yapımı The Master filmiyle izleyici karşısına Paul Thomas Anderson, senarist ve yönetmenliğini üstlendiği Inherent Vice’ın ilk gösterimi için gün sayıyor. Thomas Pynchon’ın suç romanından beyazperdeye uyarlanan Inherent Vice, Variety‘nin haberine göre dünya prömiyerini 52. New York Film Festivali’nde yapacak.

 Inherent Viceın Galası New York Film Festivalinde Yapılacak

1970′li yılların Los Angeles şehrinde geçen film, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolan eski sevgilisini aramak için kolları sıvayan dedektif Larry “Doc” Sportello’nun hikayesini ele alıyor. Dedektif Sportello rolünde yönetmenin bir önceki filminde de başrol oynayan Joaquin Phoenix bulunurken Josh Brolin, Reese Witherspoon, Owen Wilson ve Benicio Del Toro, Phoenix’e eşlik eden isimler arasında.

Film Türkiye’de 9 Ocak 2015 tarihinde vizyona girecek.


Altın Portakal’da Yeni Dönem Başlıyor

$
0
0

Bu yıl 51.’si düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin yenilenen yönetim kadrosu ve bu yıla özel yönetmelikleri Yıldız Sarayı’nda gerçekleştirilen lansmanla duyuruldu. Festival bu yıl itibarıyla Elif Dağdeviren’in direktörlüğünü üstlendiği Festival Komitesi’nin danışmanlığıyla yürütülecek. İstanbul Film Festivali’nin eski direktörü Hülya Uçansu, Altın Palmiyeli yapımcı Zeynep Özbatur Atakan, FIPRESCI ve SİYAD başkanı sinema yazarı Alin Taşçıyan da Dağdeviren’e eşlik eden isimler olacak. Ayrıca yarışmanın ulusal bölümünün yönetimini Serap Engin, uluslararası bölümünün yönetiminiyse Nesim Bencoya üstlenecek.

altın portakal film festivali 1 Altın Portakalda Yeni Dönem Başlıyor

Festival bu yıl Türkiye sinemasının 100. yılı için ulusal yarışma bölümünde yönetmelik değişimine gidiyor. Daha önce ulusal yarışmada yer alacak filmlerde ‘prömiyer’ şartı aranırken bu yıla mahsus bu madde kaldırıldı. Buna göre daha önce başka bir festivalde izleyici karşısına çıkan filmler de Altın Portakal’ın yarışmasında da yer alabilecek. Aranan tek şart ise filmin daha önce herhangi bir yurtiçi film festivalinde ‘en iyi film’ ödülünü kazanmamış olması. Yine aynı yönetmeliğe göre en önemli değişikliklerden biri de artık ödüllerin sahiplerine açıklanan rakam üzerinden net olarak ödenecek olması.

18 Temmuz’da başlayan festival başvuruları 26 Ağustos tarihinde sona erecek. Daha fazla bilgiye festivalin web sitesinden ulaşılabilir.

Venedik’te Yarışacak Filmler Açıklandı

$
0
0

27 Temmuz’da başlayacak olan Venedik Film Festivali’nde yarışacak olan filmler açıklandı. Bu sene 71. kez yapılacak olan festivalin ana yarışma seçkisinde ilk uzun metrajlı filmini yapmış olan Kaan Müjdeci “Sivas” ile yer alıyor. Fatih Akın ise uzun zamandır beklenen projesi “The Cut” ile Altın Aslan peşinde koşacak. “Sivas”, Venedik Film Festivali Ana Yarışması’na seçilen beşinci Türkiye yapımı film. (Öncekiler: Ayna (1984), Anayurt Oteli (1987), Gizli Yüz (1991) ve Süt (2008)). Yarışma Filmlerinin tam listesi aşağıda…

labiennale 2 Venedikte Yarışacak Filmler Açıklandı

 

71. Venedik Film Festivali Yarışma Filmleri

 

“Birdman”Alejandro Gonzalez Inarritu

“3 Coeurs”Benoît Jacquot

“99 Homes”Ramin Bahrani

“Anime Nere”Francesco Munzi

“The Cut”Fatih Akın

“Le Dernier Coup de Marteau”Alix Delaporte

“Ghessha”Rakhshan Bani-E’temad

“Il Giovane Favoloso”Mario Martone

“Good Kill” –  Andrew Niccol

“Hungry Hearts” - Saverio Costanzo

“Loin des Hommes”David Oelhoffen

“The Look of Silence”Joshua Oppenheimer

“Manglehorn” David Gordon Green

“Nobi”Shinya Tsukamoto

“Pasolini” - Abel Ferrara

“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence” - Roy Andersson

“The Postman’s White Nights”Andrei Konchalovsky

“La Rancon de la Gloire”Xavier Beauvois

“Red Amnesia”Wang Xiaoshuai

“Sivas”Kaan Müjdeci

Guardians of the Galaxy (2014): Zarı Atan Marvel

$
0
0

‘Marvel’, sinema sektöründe şirketleştikten sonra neredeyse bütün çizgi roman sevdalılarının büyük bir umuda kapıldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira öncesinde Hollywood stüdyolarınca genel geçer şablonlara uygun hale getirilmiş olan çizgi roman uyarlamaları direkt olarak Marvel gözetiminde ve müdahale alanında perdeye taşınacaktı. İşin öngörülemeyen kısmı ise temelde Marvel’ın da Hollywood normlarına çok uygun bir teşkilat olduğuydu. Böylece piyasada tutunan ‘franchise’ların ardı arkası kesilmeyen, kaçıncıya vardığımız sayılamayan devam filmleri vizyon takvimini parseller hale geldi. Iron Man’ler, Thor’lar, Captain America’lar, Spider-Man’ler Marvel’ın Hollywood açılımında –elbette ki- paraya güdümlü, Amerikan stüdyo sistemine uygun kredi kartları haline geldiler. Marvel, çizgi romanları sinemeya taşırken her daim kolay tüketilebilen hikayeleri seçti ve bu çizgi romanların daha nadide taraflarını çizgi roman okuyucularına emanet etti.  Mevzubahis ‘Guardians of the Galaxy’ ise Marvel’dan bugüne kadar gördüklerimizden biraz farklı… Zira bu kez karşımızda gerçek anlamda kahraman olarak addedebileceğimiz simalar yok. Dolayısıyla bu ‘franchise’ın hayran sayısı da –en azından film vizyona çıkmadan önce- diğer Marvel serilerinden çok daha kısır seviyedeydi. Sözün özü, “Guardians of the Galaxy”yi “’Marvel’ın ilk zar atışı” olarak etiketlememizde bir sakınca yok gibi.

‘Guardians of the Galaxy’nin ilk sinema gösterimine –önümüzdeki dakikalarda dönmemek üzere- dünyada başlıyoruz. Annesine hastanede veda etmenin arifesinde, Peter Quill ile tanışıyoruz. Yaşadığı bu dramatik dakikaların akabinde bir uzay gemisi tarafından kaçırılan Peter, gel zaman git zaman kendini Star-Lord olarak adlandırmaya ve uzayın derinliklerinde yağmacılık yapmaya başlıyor. Terkedilmiş bir gezegenden çaldığı bir küre ise diğer dört ‘kaybeden kahraman’ ile tanışmamıza vesile oluyor ve her zamanki gibi kötü ile iyi arasındaki daimi savaşın fitili ateşleniyor.

guardians 1 Guardians of the Galaxy (2014): Zarı Atan Marvel

Marvel’ın yeni serisinin kuşkusuz en önemli ve cesur tarafı ‘kahramanlık’ müessesesini teslim ettiği karakterlerin kırılganlıkları… Peter, geveze bir yağmacı… Gamora, yıllarını evrenin en kötü niyetli adamının yanında geçirmiş bir piyon… Groot, ağzından “I am Groot” cümlesi dışında hiçbir şey çıkmayan bir ağaç… Rocket, kendi üzerinde yapılan acımasız bir deneyden sonra yolunu bulmaya çabalayan, kelle avcısı bir rakun… Drax ise hırsına yenik düşmüş bir kader mahkumu…  Irkları, algıları ve hataları apayrı olan bütün bu karakterlerin tek ortak paydaları açık bir kaybeden olmaları. Gerçek anlamda özel güçlerle donatılmış diğer Marvel kahramanlarına baktığımızda “Guardians of the Galaxy”yi taze tutan öykü unsurları iyiden iyiye belirginleşiyor.

“Guardians of the Galaxy”yi –iyi anlamda- diğerlerinden ayıran bir diğer tarafı da ‘kendi-farkındalığı’… Farklı bir ifadeyle, Spider-Man’den romantik bir ergen dramı çıkarmaya çabalayan zihniyet, yeni serimize bulaşmamış vaziyette. Kimi açılardan, “Guardians of the Galaxy”yi mizah dozajı yükseltilmiş, ciddiyeti azaltılmış bir Star Wars varyasyonu olarak nitelendirmek bile mümkün. Maksimum ciddiyetsizlikle, birbirinden ciddi ve saf karakterlerinin renkliliğine güveniyor ve belki de en doğrusunu yapıyor. Bilinçli bir şekilde, bundan ötesine, olay örgüsüne, ‘villain’lara, hatta filmin nasıl görüneceğine dahi kafa yormuyor. Bu kadar iyi yazılmış ve çizilmiş karakterlerin filmi belli bir seviyeye taşıyacağının farkındalığıyla ilerliyor. Bütün bu formülün sonucu olarak karşımıza çıkan ise, yıldızlararası aksiyonun ‘patlayıcı’ şakalarla çevrelendiği, sevimli bir gürültünün bir saniye bile eksik kalmadığı bir lunapark eğlencesi…

Şüphesiz ki yeni serimizde de -artık o semalardan gelen her filmde olması elzem- bayağı anlar ve bağlaçlar var.  Ama “Guardians of the Galaxy”nin olanca curcunası işin o tarafını ziyadesiyle önemsiz kılıyor. Karşımızda bu kez gerçekten çok eğlenceli bir çizgi roman uyarlaması var. Tabii filmin bundan daha fazlası olmadığını da unutmamak gerekiyor. Nihayet, bu kez süper-kahramanların yerinde normal-kahramanlar var ve farklı ırklara (genellikle Ruslara) karşı savaşmak yerine farklılıklarını kucaklayarak müşterek ve nihai kötüye karşı savaşıyorlar.

Kaan Karsan

twitter

**

Yönetmen: James Gunn

Senaryo: James Gunn, Nicole Perlman, Dan Abnett (çizgi roman), Andy Lanning (çizgi roman) 

Yapım: ABD, 2014

Oyuncular: Chris Pratt, Zoe Saldana, Dave Bautista, Bradley Cooper (ses), Vin Diesel (ses), Benicio Del Toro, John C. Reilly

Süre: 121′ 

Türkiye’nin Oscar Aday Adayı Kış Uykusu!

$
0
0

Nuri Bilge Ceylan’ın, Altın Palmiye ödüllü filmi “Kış Uykusu”; Oscar aday adayı olarak belirlendi! Turizm Bakanlığı Sanatsal Etkinlikler Komisyonu tarafından aday adayı olarak gösterilen “Kış Uykusu”ilk 5’e kalması durumunda 87. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” dalında Türkiye’yi temsil edecek.

Kis Uykusu 2 1024x435 Türkiyenin Oscar Aday Adayı Kış Uykusu!

 

Daha önce “Üç Maymun” filmiyle, 81. Akademi Ödülleri’nde son 9 film arasında yer almayı başaran Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu”filmiyle ikinci kez Oscar yolunda… Dünya prömiyerini yaptığı 67. Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ile dönen “Kış Uykusu”“En İyi Yabancı Film” dalında Oscar ödüllerinde aday adayı olarak gösterildi. Turizm Bakanlığı Sanatsal Etkinlikler Komisyonu tarafından Türkiye’nin Oscar adayı olarak gösterilen film için tanıtım çalışmalarına başlanacak. Yapımcılığını ZeynoFilm’in üstlendiği “Kış Uykusu”nun; 87. Akademi Ödülleri’nde önce ilk 9, sonrasında ise ilk 5 aday arasında yer alıp almayacağı ise 15 Ocak 2015 tarihinde belli olacak.

Altın Portakal’da Kısa Film ve Belgesel Jürileri Açıklandı

$
0
0

Bu yıl 51’incisi düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin kısa ve belgesel film yarışmalarının jürileri açıklandı. Buna göre kısa film jürisine Tevfik Başer, belgesel film jürisine ise Can Candan başkanlık edecek.

En iyi kısa filmin belirlenmesinde jüri başkanı Tevfik Başer’e, jüri üyesi olarak Emre Akay ve Belma Baş  yardımcı olacak. Belgesel dalında ise en iyi filmi Can Candan, jüri üyeleri Ayla Kanbur ve Cemal Gülas ile birlikte seçecek.

Kısa Film ve Belgesel Filmlere Özel Gala ve Kırmızı Halı

Bu yıl 51.si düzenlenecek olan Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde kısa film ve belgesel filmlere hak ettiği değerin verileceğini belirten Festival Direktörü Elif Dağdeviren, festival sarayı Atatürk Kültür Merkezi’nde ilk kez kısa ve belgesel filmlerin ilk gösterimlerinin gerçekleştirileceğini de hatırlattı: “Kısa film ve belgesel filmlerin festivalin en önemli parçalarından biri. Bu önem de hem yönetmeliklerimizde hem de festival sırasında yapılacak ilk gösterimler ve sonrasında ekiplerin festival içerisindeki konumlandırılması sırasında açıkça görülecek. Kısa film ve belgesellerin ödül heyecanı, bu yıl planladığımız çeşitli sürprizler vesilesiyle daha da artacak.”

Yarım asrı geride bırakan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel’in Festival Başkanlığı’nda, 10 – 18 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek.

Viewing all 705 articles
Browse latest View live