Üç yazarımızın konseptsel bir ortaklık gütmeden yazıkları, Emek Sineması yazıları aşağıda.
Fatma Onat
Bizim büyük ihtimalimiz
Üç sene evveli. Rutin bir İnönü Stadı ziyareti. Ondan sebep hangi maç olduğu hafızada yer etmemekte. İç sahanın hürmetiyle kapalı orta yer coşkusu sürmekte. Benimse kalbim güm güm etmekte. Taraftarlığı sükunetli ben ve abim büyük bir heyecan yaşıyor, İstiklal Marşı sırası, evde hazırladığımız bir pankartı açıyoruz mabedin orta yerinde. “Sinema güzeldir dokunmayın. Emek bizim yıkmayın.” minvalinden bir şeyler çiziktirmişiz. İlk kişisel pankart deneyimimiz olduğundan yazılar biraz silikçe. Mürekkebin iddiası küçük fakat biz gururluyuz. Bir ses vermek her sinemaseverin borcu deyip ödemeye yazgılı öylece duruyoruz. Yaklaşık bir dakikalık pankart tutuşunun yankısı etraftaki birkaç on taraftarın minik alkışından öteye geçemiyor. Ama diyoruz bu başlangıç, işler büyüyecek. Gün gelecek art niyetlilerin eli eteği Emek’in üstünden çekilecek. Olmuyor.
Son yılların gizli -belki de çok açık- tehdidi her yerde kol geziyor. Bütün kent büyük bir ıslaha sürükleniyor. Kent zenginliğini “yeni zengin” görgüsüzlüğüne dönüştürenler yaptıklarıyla böbürleniyor. Hani kıymet verdiğiniz, gurur saydığınız şeyler kendisini “birilerine” beğendirecek diye ödünüz kopuyor. Çünkü o beğenenlerin hayalgücü o kadar büyük ki hep yıkıp yeni bir şey yapmayı arzuluyor. Böyle olmazı -oluru- anlatmaya çalışanlar da çıkıyor. Mimarlar, avukatlar, hissedarlar, sinemacılar, bilirkişiler, kendini bilmezler… Emek Sineması için de herkes bir ucundan mevzuya daldı (ama erken ama geç), dalıyor düzensiz aralıklarla. İyi de yapıyorlar çünkü “söz” gerekiyor bu vaziyete. Susmak, daha fazla beklemek olacak şey değil. Yolun sonuna gelinmiş, sinemanın içi inşaat alanına çevrilmiş. Rasyonel olanın kurnazlığı duygusal olanı küçümseyip, her şey çok daha iyi olacak pervasızlığıyla yıkıma kostüm giydirmeye çalışıyor her eylem, eleştiri sonrası. Birileri arkalarına kocaman bir gücü alıveriyor. Geriye “duygusal” ve “güçsüz” olanlar kalınca alt etmesi kolay deniyor. Aylar yıllar geçiyor ama belli ki birileri sinemasından vazgeçmiyor, geçemiyor.
Memleketin her tarafında barışın az da olsa inandırıcı gelmeye başladığı bir bahar ayında, vakit İstanbul Film Festivali’ne demir attığında yıkıcı olanlar da başka bir aleme uzandı. Emek Sineması’na vurulan her darbe açıklaması güç bir can acıtıcılığa başladı. Hani sanki o kocaman perdenin altında ağırlanan yönetmenlerin (ki benim için unutulmazlardan biri çok sene evvel Babam ve Ustam seyrinden sonra Vittorio Taviani’nin ağırlandığı andır), oyuncuların, seyircilerin, sinema emekçilerinin bıraktığı izler tek tek ortadan kaldırılıyor. Yeni bir hafıza yaratma timi geziyor ortalıkta adeta. İnsan, muhatabı her kimse iknaya varmak istiyor. Hani “Bir de ben koşuşayım belki vazgeçerler.” diyebildiğimiz inançlı bir nokta kalıyor seyir bünyemizde. Sinema tarihimiz bu talihsizliğe tanık olmak istemezken, yıkmanın yakmaya evrileceği korkusu gün itibariyle sardı hepimizi. Bunu da atlatabileceklere bir imkandan -ihtimalden- söz edeyim: Şimdiye kadar verilmiş bütün hasarlara rağmen Emek yerinde kalsın, pamuklara sarması bizden.
Fatma Onat
onatfat@gmail.com
Kaan Karsan
Düzenli Bir İlişki
Emek’le düzenli bir ilişkimiz vardı. Tanışıklığımız liseyle beraber başladı. Tünel’deki okulumdan Emek’e yürüyerek ulaşmak taş çatlasa on beş dakikaydı. Çünkü ilkokul ve ortaokul boyunca Anadolu yakasında, Rexx’te, Suadiye Movieplex’te ve Kozyatağı Cinepol’de(nam-ı diğer Apollon Sineması) geçirmiştim sinema sevgimin filizlendiği günleri… Emek maceramın tam olarak hangi film vesilesiyle başladığını da hatırlayamıyorum. Büyüklerim gibi Emek’te izlediğim başyapıtları ardı ardına dizemiyorum. Bunu yapamıyor olsam da salonla ilk karşılaştığımda neler hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum.
Öfkeli olduğumuz bir konuda duygusal bir şeyler yazmanın da manası yok belki ama en azından şunu söyleyeyim: Emek’e gitmek için izlemek istediğim bir filmin oraya gelmesini beklemezdim. Emek’e gitmenin sebebi, Emek’te film izlemek istememdi. Yani, Emek, öyle bir salondu ki hiçbir şekilde merak etmediğiniz bir filmi bile cazibeli kılabiliyordu. Emek size, sinemaya gereken değeri vermeniz konusunda yardımcı oluyordu. Orada laubaliliğe yer yoktu. Emek, seyircisine ciddiyet kazandırıyordu.
Filmekimi’ydi, İstanbul Film Festivali’ydi derken zihnim Emek hatıralarıyla dolup taşmaya başladı. Hafızalarda hiçbir şekilde yer etmeyecek filmleri ‘Emek’ vesilesiyle anımsayabildiğimi fark eder oldum. Cuma’lar Cuma’ları, festivaller festivalleri kovaladı. Sonra da bir gün varmış, bir gün yokmuşuz gibi kepenk indirdiğini gördük Emek’in… Tabii hemen “tadilattaymış”, “birkaç haftaya açılacakmış” cümleleri gezinmeye başladı çevrede. Emek o günden bu güne kapalı…
Kentsel Barbarizm
İstanbul’un üzerinde kötü niyet bulutları geziyor. Bunu fark etmeniz için gökyüzüne bakmanıza gerek yok. Sokaklar artık yürüyemeyeceğiniz kadar kalabalık; işinizden evinize dönmeniz saatler alıyor. İnsanlar, ihtiyaç duymadıkları gereksinimler ediniyorlar. Şehir bir sömürü objesi haline geldi. Hiyerarşik düzende, sırayla, el verdiğince sömürüyorlar. Emek’in kapanması ve sözüm ona bir pasajın dördüncü katına taşınacağı da İstanbul’un geri kalanında yaşananlarla doğrudan bağlantılı. ‘Food court’ların yağ kokusu koltuklarına sinmiş sinemalarda, iki alışveriş arasında film izleyen tüketiciler de distopya insanı sendromunun cefasını çekiyorlar. Bir bilet alana bir bilet bedava kampanyası vesilesiyle üç biletlik para ödeyerek mutlu oluyorlar.
Çok basit bir isteğimiz var. Çok basit isteğimizin yerine getirilemeyeceğini öğrenince de çok basit bir soru soruyoruz. İsteğimiz şu, Emek Sineması, olduğu yerde, kapısı sokağa açılır bir şekilde restore edilsin. Binanın geri kalanı da ‘iyi-niyet’ sınırları çerçevesinde yenilensin. Buna verilen hayır cevabının çünküsünden başlıyor samimiyetsizlik. Sözde, Emek projedeki binanın en güzel yerine taşınacak ve bu sayede önceki halinden çok daha iyi bir konumda olacak. Sanki bunu çok umursuyorlarmış gibi, bu şekilde cevap veriyorlar. ‘Pasajize’ ettikleri ‘AVM’ projesinden sağlanacak olan getirim, inşaat firmasının hiçbir cümlesinde kendine yer bulamıyor. Sanki sermayenin tek derdi Beyoğlu’nu tarihi muhafaza ederek kurtarmak…
İşin tuhaf tarafı, basın o kadar organize bir şekilde –kendilerine ne gibi bir pay biçiliyorsa- bu kampanyayı destekliyor ki, lütfedip de meseleye kulak veren bir kısım sokaktaki insan, ikna olmuş vaziyette. Lütfetmeyenler ise yarın öbür gün bu ‘kentsel dönüşüm’ belası üzerilerine gelene kadar ‘dinleniyorlar’. Geçtiğimiz gün sohbet ettiğimiz Onur Ünlü durumu açık bir şekilde özetliyor: “İkinci eyleme biraz geç kaldığımdan arkada kaldım. Arkamda kimse yoktu. Problem bu işte… Arkamızda kimse yok.”. Durum bu. Emek eyleminde yoldan rahatça geçemeyen insanlar kalabalıktan şikâyet ediyor. İstanbul’un orta yerinde nasıl bir işgal yaşanıyor, kulak vermek akıllarından bile geçmiyor.
Sözüm ona ‘araştırmacı gazeteler’ iki sene önce Emek Sineması’nda film izlediklerini iddia edecek kadar kısıtlı bilgiye sahiplerken Emek hakkında saçma sapan açıklamalar yapabiliyorlar. Çünkü sadece ‘reyting’i ve rantı umursayan anaakım medya bu insanların yalanlarla örülü cümleler sarf etmesine müsaade ediyor. Diğer yandan bir kısım insan bunu hükümete karşı bir eylem olarak nitelerken meselenin özünü kaçırıyor ve ‘muhalife muhalif’ olmanın tadı peşinde koşuyor. Beyoğlu’nun orta yerinde şarap gibi yıllanmış, değeri varlığından gelen bir sinema bir inşaat firmasının ‘yenileme’ yalanına kurban giderken kimse 30 yaşına basan bu barbar zihniyetin nedenine yoğunlaşamıyor.
Bu ilk kez yapılan, yeni bir şey olsa bu ‘koyun duruşu’nu anlamlandırmak belki daha mümkün olacak. Ancak bu projenin hemen yanı başında şehrin tarihi dokusuna inanılmaz bir şekilde zarar veren ve çevre binaların da yok edilmesine sebebiyet veren Demirören AVM var. Dün yaşanan ‘yangın’ olayı ve Halep pasajı esnafının inşaat nedeniyle sürekli olarak maddi bir rahatsızlığa uğraması da cabası… Gelen fotoğraflara göre Cercle D’Orient binasında başlatılan inşaat sebebiyle Halep dükkânlarında çatlaklar oluşmaya başladı. Dün çıkan yangın da, bu denli hassas bir bölgede yürütülen inşaatın ne denli tehditkâr olduğunu gözler önüne serdi.
Emek Yıkılıyor, Yakılıyor
Gelinen son durum bu, Emek göz göre göre, ‘yıkılarak’, ‘yakılarak’ heder ediliyor. Buna karşı çıkan ve pasifist bir eylemin duygudaşı olan insanların 2 ila 6 yıl arasında hapsi isteniyor. Kente ve kültürel mirasına sahip çıkmaya çalışan insanlar biber gazıyla metrelerce kovalanıyor. Dünya bile uyandı, dört bir yandan tepki yağıyor. Ancak bizim arkamızda –nasıl oluyorsa- kimse durmuyor.
Dün çıkan yangın, inşaat şirketinin bu projeye nasıl baktığının temiz bir kanıtı… Ne kadar ‘samimi’ ve ‘özenli’ olduklarının bir göstergesi… Koskoca Emek Sineması –koskocalığı yetmiyormuş gibi- 11 salonlu bir sinema kompleksinin onur konuğu haline getiriliyor. Manevi olarak kesinkes sahibi olduğu topraklardan ediliyor. Kapısı sokağa değil asansörlere açılıyor.
Kaan Karsan
kaankarsan@gmail.com
Seçil Toprak
“Emek”siz “Emek” olmaz
Çoğu kişinin ısrarla üç maymunu oynadığı dönemlere denk geldi yaşamımız. Kimilerine göre duymaya, kimilerine göre görmeye, kimilerine göreyse konuşmaya gerek yok. Tabiî bu, “kimileri” belgisiz zamirinin içini dolduranlar tarafından seçilmiş bu yaşam biçimi. Bize de uygulamak mı düşmüş? Bunu göreceğiz.
1993 yılına kadar uzanan Emek sineması süreci, özellikle 2009 yılından bu yana içimizi yakan, bizi şaşırtan, gördüğümüzü, duyduğumuzu ve konuştuğumuzu bize bir kez daha bildiren bir sembol oldu. Evet, 2009 yılının ekim ayında Emek’e kilit vuruldu. Tadilat dendi, iyileştirme dendi, sonra da “moving yöntemiyle taşınma”. Buna kim inanacak diye düşünüldü mü? Kim bilir, belki düşünmeye bile ihtiyaç duyulmayacağından toptan kabulümüzdür tepkisi beklenmiş olabilir. Gerçi hayretle izlemekteyiz ki buna inananlar, bizleri ikna etmeye çalışanlar var. Ancak bu inanlar, bir önceki yıl (tekabül ettiği zaman 2011) Emek’te festivale katıldığını ve Emek’in gerçekten kötü durumda olduğunu söyleyecek “cesaret”e de sahip.
Hep diyoruz, bilgiye bu kadar çabuk, kolay ulaşılabilen günümüzde, resmen cehalet dönemi yaşıyoruz. Bilgi kirliliği her yerde yaşanıyor. Hani görmüyoruz, duymuyoruz, konuşmuyoruz ya; bir de “doğru”dan sapıyoruz ki, içler acısı!
“Emek”e saygı mı kaldı?
Emek, bir sinema olmanın ötesine çoktan geçti artık. Kimimiz kendi anılarımıza sığınarak bağırıyoruz, dillendirmeye çalışıyoruz isyanımızı; kimimiz yaşadığımız şehrin talan edilmesine vicdanının elvermediğini söylemeye çalışıyor. Boşluğa mı bağırıyoruz? Bazen, boşluğa bağırdığımızı hissediyorum ve bu beni yıkıyor. Aslında vurulan her kazmayla bizler de yıkılıyoruz. Kültür tarihimiz, ortak bilincimiz, paylaştığımız değerler hepsi bir bir yıkılıyor. Ne kalıyor peki insandan geriye? Bunun cevabını her gün sövdüğümüz “zaman”da mı bulmayı bekliyoruz? Yoksa “düzen”den mi alacağız cevabımızı. Oysaki zamanı şekillendirenin, düzeni oluşturanın insan olduğunu hep bilerek, ne de cahil çocukları oynuyoruz değil mi?
Emek, birçok açıdan ele alınabilir. Yukarıda da dediğim gibi kişisel tarihimizde çok önemli bir yeri olduğu için sesimizi yükseltmek, dur demek istiyor olabiliriz bu yıkıma, talana. Ancak Emek’i hiç görmemiş olsak bile içimizi acıtan şeyler var. Hani diyorlar ya, “Gitseydiniz, film izleseydiniz, sahip çıksaydınız, kapanmazdı Emek”. O,öyle değil işte. Birazcık okusaydınız, dinleseydiniz, sürecin “izlenmemeye” bağlı gelişmediğini görecektiniz zaten. Ama böylesi daha kolay değil mi? Sahip çıkanları “kötülemek”! Yaşadığın şehrin tüm dokusu bozulurken belki “biz” bir sinema feda edeceğiz ama “sen” tüm geleceğini, bilincini, kültürünü feda ediyorsun, farkında mısın? Ve üstelik “biz”i de buna mahkum ediyorsun.
Birkaç senedir İstanbul Film Festivali sönük geçiyor. Bu yıl daha fazla hissettik bunu. Festivalin merkezi Beyoğlu olmaktan çıkıyor çünkü. Hep birbirini gören, hatta festival zamanları oluşan bir festival arkadaşlığı, sohbeti kalmıyor gün geçtikçe. Birbirinden uzağa düşmüş sinemalara girip çıkarken, insanlar birbirini bile göremiyor. Artık üç beş kişi yan yana gelemiyor. Çok uzak değil, birkaç yıl sonra festival olduğunu bile anlayamayacağız. AVM’lerin bilmem kaçıncı katında izleyeceğiniz filmlerin çıkışında belki yürüyen merdivende göreceksiniz arkadaşlarınızı. İstenilen bu değil mi zaten! Sokaktan uzaklaşalım, belirli mekanlara tıkılalım, ha bu arada da tıkınalım.
Sadece festivallerin ruhunu değil, izleyeceğimiz filmleri seçme özgürlüğümüzü de alıyor AVM sinemaları. Sinemanın “düşünen, sorgulayan, sorgulatan” tarafını bileyliyorlar, sen hâlâ aşk, komedi, aksiyon, bilim kurgu peşindesin. Tamam, sen izle onları, ama farklı örnekleri izleyebileceğimiz mekanların yok olmasına da gözün kapalı yaklaşma.
Kendi “Emek”im
Ben, Emek’te birkaç yılla sınırlı dahi olsa festival yakalayabilmiş, vizyon filmi izleyebilmişlerdenim. Benim için Emek, Zeki Demirkubuz’la ilk kez karşılaştığım yer. Claudia Cardinale’i görüp hayranlıkla konuşmasını dinlediğim yer. Gus Van Sant’in katılacağını bilmeden filmimi izleyip Sant’i görünce şok olduğum yer. Hatta Christoffer Boe’yu göreceğim diye Taksim Meydanında toplaşan kalabalığı yarıp koşa koşa son dakika filme yetiştiğim için sevindiğim yer. Bunlar benim kişisel tarihimle ilgili anılar sadece. Belki bu kimseyi ilgilendirmez, duygulandırmaz. Belki bunu hiç kimse anlamaz. Ancak Emek süreci kişisel tarihimizin dışına taşalı çok oluyor. İşte bunu görmemek, duymamak, anlamamak “bilinçli cahillik”ten başka bir şey değil.
Seçil Toprak
sectoprak@gmail.com